8 Aralık 2012 Cumartesi

Hrant Dink'in ölüm fermanı böyle yazıldı



301 LİNCİ: “TÜRK’ÜN KANINA PİS DİYEN ERMENİ”*

KEMAL GÖKTAŞ
Hrant Dink’in, Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğu iddiasını ortaya atan haberinin Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanmasından üç gün sonra, (24 Şubat 2004) Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı’na bir suç duyurusu dilekçesi verildi. Bu ihbarın savcılığa verilmesinden önce, Genelkurmay Başkanlığı, Sabiha Gökçen haberine ilişkin açıklama yapmış, bu açıklamadan bir gün sonra da Dink, İstanbul Valiliği’ne çağrılmış; Sabiha Gökçen haberi nedeniyle Vali Yardımcısı Ergün Güngör ve yanındaki iki istihbaratçı tarafından ‘uyarılmış’tı. Mehmet Soykan’ın imzasını taşıyan bu suç duyurusunda, Agos’un yazı işleri müdürü Karin Karakaşlı ve genel yönetmeni Hrant Dink’in ‘Türklüğe ve aziz Türk Milletine hakaret, isyana ve teröre teşvik, kışkırtma ve bölücülük’ suçlarını işlediği iddia ediliyordu:

“13.02.2004 tarih ve 411 sayılı Agos gazetesi sayfa 10 alt makale Hrant Dink köşe yazarının Ermeni kimliği Ermenistanla tanışmak başlıklı makalenin birinci paragrafında ‘Türkten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeninin, Ermenistanla kuracağı asil damarında mevcuttur’ beyandan anlaşılacağı üzere asil Türk milletine hayasızca, pervasızca ağzının salyası aka aka saldırarak hakaret etmektedir.
Bu zavallı kişi küstahlık cüretini kimden ve nereden almaktadır? Mübarek vatanımızda gerek Osmanlı gerek Cumhuriyet döneminde rahat ve huzur içerisinde yaşamış ve yaşamakta olan Ermeni vatandaşlara devlet kadrolarında yüksek makamlarda görev almışlardır. Şerefli ordumuzda paşalık makamına kadar görev verilmiştir. Yazıdaki ifaden anlaşılacağı gibi yüce Atatürk’ün Türk gençliğine hitabesine uyarlamış gibi yaparak sanki alay ediyor. Taşımış oldukları kanın şiarından olacak ki dış mihraklarında tahrikleri ile de her fırsatta isyan ve ihanet içerisinde olmuşlardır. Hrant Dink yazısının içeriğinde ırkçılık yaparak Asala terör örgütü ve Taşnak komiteciliğini hortlatarak güzel ülkemizde huzur içerisinde yaşayan Ermeni vatandaşları isyana ve teröre teşvik amacı güderek huzuru bozmayı amaçlamaktadır. Bu sebeplerledir ki şahsım ve şerefli Asil yüce Türk milleti adına Davacıyım gereğinin yapılarak cezalandırılmalarını saygılarımla arz ederim.”

Hrant Dink’e yönelik düşmanlığın ifadesi olan dilekçede, Ermenilere yönelik açık bir ırkçılık yapılmıştı. Suç duyurusunda Ermenilere yönelik olarak kullanılan “Taşımış oldukları kanın şiarından olacak ki dış mihraklarında tahrikleri ile de her fırsatta isyan ve ihanet içerisinde olmuşlardır” ifadesi, çok açık biçimde, halkın bir bölümünün aşağılanması anlamına geliyordu. Normal şartlarda savcılığın, bu suç duyurusundaki ifadeler için, şikâyetçi Mehmet Soykan hakkında işlem yapması gerekirdi. Bu yapılmadı; savcılık, suç duyurusunu işleme koydu ve Karakaşlı ile Dink’e yöneltilen suçlamayla ilgili inceleme başlattı. Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu, Hrant Dink’in, suç duyurusundaki ithamlar arasında da yer alan bu sözlerle, Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesinde düzenlenen ‘Türklüğe hakaret’ suçunu işlediği sonucuna vardı. Ancak, Dink ve Karakaşlı’nın bu suçtan yargılanmaları için savcılığın karar vermesi yetmiyordu. Kanuna göre, soruşturma ve dava açılması için Adalet Bakanı’nın izni gerekiyordu.

ADALET BAKANI’NIN İZNİ…
Savcılık, Dink ve Karakaşlı’ya dava açabilmek için Adalet Bakanı’na başvurdu. Dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in, önüne gelen bu soruşturma izni başvurusu için bir karar vererek imza atması gerekiyordu. Yasada da, açıkça, izin konusunda karar verecek makamın ‘Adalet Bakanı’ olduğu belirtiliyordu. Buna rağmen, Cemil Çiçek izin konusundaki imzayı kendisi atmadı. Hrant Dink’e dava yolunu açan izin kararının altında dönemin Adalet Bakanlığı Müsteşarı Fahri Kasırga’nın imzası yer aldı. AKP iktidarı döneminde müsteşarlığa getirilen Fahri Kasırga, daha sonra, seçim döneminde ‘bağımsız’ Adalet Bakanı yapılarak taltif edilen bir isimdi. Kasırga’nın adı, Ergenekon soruşturmasında da, Veli Küçük’le yaptığı samimi telefon görüşmeleriyle geçmişti.
Adalet Bakanlığı kararında Çiçek’in imzası yer almıyorsa da, imza ‘Bakan adına’ atılmıştı. Müsteşara ‘bakan adına’ bu imza atma yetkisini veren 3046 sayılı kanunun 22. maddesinde, müsteşarların ‘bakanın direktif ve emirleri yönünde’ görev yapacağı ve ‘bakana karşı sorumlu’ olduğu belirtilmektedir. Sonuçta, Bakan Çiçek adına, onun emrindeki müsteşarın 30 Mart 2004 tarihinde attığı imzayla, Dink ve Karin Karakaşlı hakkında soruşturma açıldı.
Adalet Bakanlığı’ndan gerekli iznin alınmasıyla, Dink ve Karakaşlı hakkında açılan soruşturma çok kısa bir sürede tamamlandı. Soruşturmayı yürüten Şişli Cumhuriyet Savcısı Turgay Evsen, düzenlediği iddianame ile, iki gazeteci hakkında Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açtı. İddianamede Dink ve Karakaşlı’nın işledikleri iddia edilen suç “Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etmek” olarak belirtildi.
Dink’i, ‘Türk’ün kanına pis diyen Ermeni’ olarak, dumura uğratılmış bilinçlere kazıyacak olan davayı açan iddianamede, ayrıntılı bir hukuksal değerlendirme yapılmasına dahi gerek görülmemiş, “Sanık Fırat Dink tarafından yazılan ‘Şapparigce’ isimli köşede ‘Ermenistan ile tanışmak’ başlıklı yazıda, ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur’ şeklindeki sözlerle TÜRKLÜĞÜ neşren tahkir ve tezyif ettikleri dosyada mevcut tüm delillerden anlaşılmakla” ifadesi ile yetinilmişti.
Kısa ve gerekçesiz olan iddianamenin mahkemeye verilmesiyle Hrant Dink için yepyeni bir süreç başladı. Dink artık mahkemede, sokakta, gazetede, televizyonda, kendisine soru yöneltilen her yerde, “Türk düşmanı olmadığını”, “Türk’ün kanına pis demediğini” ispat etmek için nefes tüketecekti. Sabiha Gökçen haberinin yayımlanmasından sonra başlayan saldırı ve kuşatmalar ‘başarıya ulaşmış’, Adalet Bakanlığı’nın da ‘soruşturma izni vermesiyle’ Hrant Dink hakkında dava açılmıştı. Oysa Bakanlık bu izni vermemiş olsaydı, dava açılmayacak ve Hrant Dink hedef haline getirildiği bir yargılamaya muhatap olmayacaktı.

YARGIDA IRKÇI KUŞATMA
Mahkemedeki yargılamalar ise tam anlamıyla Hrant Dink’e yönelik faşizan gösterilere dönüştü. Her duruşma öncesinde adliye önünde yapılan gösterilerde Dink hedef olarak gösterildi. Gösterileri organize edenlerin birçoğu daha sonra Ergenekon soruşturmasında gözaltına alınarak haklarında dava açıldı. Ülkücü ve ulusalcıların oluşturduğu bu “Kızıl Elma” koalisyonu için Hrant Dink, Ermeni kimliğiyle kamusal alanda yer alan bir siyasi aktör olarak önemli bir hedef haline gelmişti.
Mahkeme, ilk duruşmada, suç duyurusunda bulunarak davanın açılmasını sağlayan Mehmet Soykan’ın davaya ‘müdahil’ olarak girmesine karar verdi. Oysa Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, kamu davasına ancak suçtan zarar gören kişinin (örneğin bir yaralama davasında sanığın yaraladığı kişi ya da bir cinayet davasında öldürülen kişinin eşi, çocukları vs…), ‘müdahil’ olarak katılabileceği hükme bağlanmıştır. Bu konudaki yasal düzenlemelerle, ‘suçtan zarar görme’ şartındaki zararın ‘doğrudan zarar görme’yi kastettiği, dolaylı zararların kamu davasında müdahil olmaya yetmeyeceği kabul edilmektedir. Üstelik, Hrant Dink’in yargılandığı suç, bireylere ya da onların mal varlıklarına, manevi bütünlüklerine yönelik bir suç değildi. Suç, “Türklüğe hakaret” olarak nitelendirilmişti. Buradan hareketle, bütün Türklerin bu suçta müdahil olabileceğini düşünmek, sonuçları oldukça farklı olacak bir hukuksal uygulamanın kapısını açıyordu. Çünkü ceza muhakemesi hukukuna göre, müdahil olarak bir davaya katılan kişi, savcının, kamusal güç kullanması dışında, sahip olduğu tüm yetkilere sahip olmaktadır. Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre, mahkemenin müdahil olarak davaya katılmasına karar verdiği kişiler, suçun mağduru olmaları nedeniyle, “Duruşmadan haberdar edilme, kamu davasına katılma, tutanak ve belgelerden avukatı aracılığı ile örnek isteme, tanıkların davetini isteme, avukatı yoksa baro tarafından kendisine avukat atanmasını isteme, davayı sonuçlandıran kararlara karşı kanun yollarına (itiraz, temyiz gibi) başvurma hakkı” gibi oldukça geniş yetkilere sahip oluyordu.
Davanın başında Mehmet Soykan’ın davaya müdahil sıfatıyla katılmasına karar veren mahkeme, daha sonra başvuran herkesi müdahil olarak kabul etti. Dink hakkında suç duyurusunu yapan kişinin örgütlü bir yapının parçası olduğu hemen anlaşılmıştı. Başını Ergenekon’un önemli isimlerinden Hukukçular Birliği Başkanı Kemal Kerinçsiz’in çektiği bu ‘şikâyetçiler’, bilirkişi raporunun Dink ve Karakışlı lehine çıkmasından sonra davaya daha etkin katılabilmek için müdahil olma başvurusunda bulundular. Bilirkişi raporunun dosyaya girmesinden sonra, 8 Temmuz 2005’de yapılan ilk duruşmada, Mehmet Soykan’ın yanı sıra Namık Nas, Zeki Hacıibrahimoğlu, Mustafa Özkurt, Kemal Kerinçsiz, Sami Esen, Ramazan Bakkal, Zekeriya Şerbetçioğlu, Ramazan Kırkık ve Musa Gümüş adlı kişiler şikâyetçi olduklarına dair dilekçe verdiler. Duruşma tutanağına göre, şikâyetçilerden Zeki Hacıibrahimoğlu, diğerleri ile birlikte davaya müdahil olarak katılmak istediklerini belirtirken, “Davaya müdahil olarak kabul edilen müşteki Mehmet Soykan bu yazılardan ne kadar zarar görmüşse ben de bir Türk vatandaşı olarak bundan zarar gördüm. Şikâyetçiyim, davaya katılmama karar verilsin” dedi.
Hrant Dink ve Karin Karakaşlı’nın avukatı Fethiye Çetin, bu talebe karşı “Anayasa’daki hükümlere göre böylesi bir davada bu şekilde müdahilliğin genişletilmesine taraftar değiliz. Ancak takdir mahkemenindir” dese de şikayetçilerin davaya katılabilmelerine duruşma savcısı Muhittin Ayata’dan destek geldi. Ayata, ”Müştekilerin Türk vatandaşı olmaları ve açılan davanın da Türklüğe hakaret olması sebebiyle müdahil olarak kabullerine (karar verilsin)” dedi. Yani Savcı Ayata’ya göre, Türklüğe hakaret suçunun yargılanması yapılırken bütün Türk vatandaşları davaya müdahil olarak katılabilirdi. Yargıç Metin Aydın da, savcının bu görüşü doğrultusunda, şikâyetçilerin davaya müdahil olarak kabullerine karar verdi. Yargıç Aydın’ın reddettiği tek müdahillik talebi, Hukukçular Birliği Derneği adına yapılan talep oldu. Aydın bu talebi, “Dernek tüzel kişiliğinin zarara uğramasının söz konusu olmadığı” gerekçesiyle reddetti. Mahkemenin, şikâyetçileri müdahil olarak kabul etmesiyle, Hrant Dink’e karşı linç ortamının oluşmasına elverişli bir zemin ve bunun hukuki dayanağı da yaratılmış oldu.
Mahkemenin, Türk vatandaşı olan herkesin davaya müdahil olarak kabul edilebileceğine ilişkin bu kararı, ülke nüfusu kadar, ülke dışında yaşayan vatandaşların da eklenmesiyle daha fazla bir nüfusu, ‘potansiyel müdahil’ haline getiren bir karardı. Karar, kendi içinde, davanın yargıç ve savcısını da kapsayan çok önemli çelişkiler barındırıyordu.
Suçun ‘Türklüğe hakaret’ olarak tanımlanmasından hareketle her Türk vatandaşının “suçtan zarar gördüğü ve davaya müdahil olarak katılabileceğine” karar verilmesinin doğal sonucu şuydu: Davanın yargıcı da Türk olduğuna göre, o da suçtan zarar görmüştü. Bu durumda yargılama nasıl yapılacaktı? Çünkü Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre; suçtan zarar gören kişi, o davada yargıç, savcı, hatta zabıt kâtibi olarak dahi görev yapamaz. O halde, Hrant Dink’in yargılandığı davada, davaya müdahil olma şartının ‘Türk vatandaşlığı’ ile özdeş kabul edilmesi; yargıç, savcı, zabıt kâtibi, hatta Dink’in avukatları için, davadan çekilme şartlarını ortaya çıkmıştı.
Ayrıca, davanın sanıkları Hrant Dink ve Karin Karakaşlı’nın da Anayasa’daki tanım gereği ‘Türk’ olarak kabul edilmeleri gerekiyordu. Yani mahkemenin mantığına göre, suçun mağdurunun aynı zamanda suçun faili olarak kabul edilmesi gerekiyordu. Bu mantığın ortaya çıkardığı anlaşılmaz durumu, Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Başkanı olan ve Yargıtay Cumhuriyet Savcısı olarak, Hrant Dink’in yargılandığı 301. madde davasının temyiz aşamasında tebliğnameyi kaleme alan Ömer Faruk Eminağaoğlu, Yeni Aktüel Dergisi’ne verdiği bir demeçte şöyle anlatıyordu:

“Bizim hukuken müdahil dediğimiz taraf sıfatına hiç kimse sahip olmamasına rağmen çeşitli duyarlılıklar nedeniyle bu davalarda bu sıfatı almak isteyen kişiler başvuruda bulundu, mahkemeler de bunları kabul etti. Oysa burada taraf olmazdı. Bir taraf olsa davaya bakan yargıç da Türk. Bu durumda davaya bakamaması gerekir. Ama bu tür müdahillik kararları verildi ve bunlar davaları çeşitli olaylarla sürekli medya gündeminde tuttu. Duruşma öncesi eylemler arttı. Medya da hukuksal olmayan bu boyutu gündeme taşıdı. Bu da davalarda baskı unsuru oluşturdu’.”

Mahkemenin, her Türk vatandaşının bu suçtan zarar gördüğü ve davaya müdahil olarak katılabileceğine ilişkin kararı, aynı zamanda tehlikeli bir ayrımcılığa da işaret ediyordu. Hrant Dink ve Karin Karakaşlı’nın avukatları Fethiye Çetin ve Zeynep Aydın tarafından, 25 Temmuz 2005 tarihinde mahkemeye verilen savunma dilekçesinde bu durum şöyle anlatıldı:
"Birtakım kişilerin bu davaya müdahale taleplerinin kabulü ya da reddi ‘Türk’ ya da ‘Türklük’ kavramlarına yüklediğimiz kavramla doğrudan ilintilidir. Türklük, Anayasa'da ifadesini bulan içerikte mi yoksa kan bağı, yani ırksal bir temelde mi kabul edilecektir? Anayasanın 66. maddesine göre, ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür’. TCK 159 maddesindeki ‘Türklük’ sözcüğüne ırksal bir anlam yükleyerek uygulamak Anayasa'ya aykırı olduğu gibi ırkçılığı yasaklayan ve Türkiye'nin taraf olduğu insan hakları sözleşmelerine ve belgelerine de aykırıdır. (…) Bu davada yargılanan sanıklar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır. Onların Ermeni kökenli olmaları nedeniyle diğer bir kısım vatandaşların bu davaya müdahil olarak kabul edilmeleri çok tehlikeli bir eğilime, ırk ayrımcılığına prim vermek anlamına gelecektir;, bunun hukuk alanında savunulacak bir yanı yoktur.
Bir takım kişiler ırk ayrımcılığını ve ırkçı nefreti kendilerine şiar edinmiş olabilirler. Ancak, hukuk uygulayıcıları, bu konuda daha titiz olmak zorundadırlar.”
Avukatların bu dilekçeleri yargıcın kararını değiştirmeye yetmedi. Davanın sonunda, Dink’in mahkûmiyetine karar verilirken, bir taraftan da müdahillere avukatlık ücreti ödemesine karar verildi. Yani “Her Türk vatandaşının bu davaya müdahil olabileceği”ni belirten mahkeme, bu kişilerin suçtan zarar gördükleri için yaptıkları avukatlık masrafının da Hrant Dink tarafından ödenmesine karar vermişti.
Mahkemenin, şikâyetçilerin davaya müdahil olabilmesine olanak sağlayan kararına karşı, davanın temyizi aşamasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı tebliğnamede ”Kişilere yönelik olmayan ve kişilerin hukuken/doğrudan zarar görmediği suçtan dolayı, katılma hakkı verilemez. Böyle bir durumda verilen katılma kararı ise hukuken sonuç doğurmaz ve hükmü temyiz etme hak ve yetkisini sağlamaz” denildi.
Nitekim bu tebliğname doğrultusunda, mahkeme kararının temyiz incelemesini yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesi, mahkemenin -şikâyetçilerin davaya katılmasına ilişkin- kararının “kanuna aykırı olduğunu” tespit ederek bozdu. Daire’nin kararında, mahkemenin verdiği müdahillik kararının yanlışlığı “Atılı suçun niteliği itibariyle doğrudan zarar görmeleri söz konusu olmayan şahısların davaya katılmasına karar verilerek lehlerine vekâlet ücreti tayini...[yasaya aykırı bulunmuştur]” ifadesiyle belirtildi.
Ancak, bu bozma kararı verilene kadar, müdahiller, davanın tarafı olarak, yerel mahkemedeki duruşmalara katıldı, kararlara karşı itiraz ve temyiz ‘yetkilerini’ kullandı, Hrant Dink’e ağır suçlamalar yöneltti. ‘Müdahil’ sıfatını kazanarak savcı benzeri yetkileri kuşanan bu grup, duruşmalardan önce ırkçı gösterileri organize ederek, Dink’in hedef haline getirilmesi sürecini ‘yönetti’.
Müdahillerin yarattığı terör ortamında yürütülen davada, Hrant Dink ve Karin Karakaşlı’nın avukatları, Dink’in dava konusu sözlerle Türklüğü aşağılamadığını ve küçültmediğini ispatlamak üzere dosyanın bilirkişiye gönderilmesini talep ettiler. Mahkeme, sanık avukatlarının bu talebini kabul ederek, Dink’in sözlerinin suç unsuru taşıyıp taşımadığının araştırılması için bilirkişi heyetinin görevlendirilmesine karar verdi.
Bilirkişi heyeti, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku Anabilim Dalı araştırma görevlileri Selman Dursun, Serdar Talas ve Hasan Sınar’dan oluşturuldu. Bu akademisyen heyetinin hazırladığı 15 Mayıs 2005 tarihli rapor, Hrant Dink’e yöneltilen suçlamanın aslı olmadığını şu cümlelerle ortaya koydu:

“(…)Yayında geçen ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur’ ifadeleri incelendiğinde ise ortaya çıkan sonuç sanığın Ermeni kimliğinde bir ruhsal sorun olarak ifade ettiği Türk olgusunu, yani 1915’te yaşananları Ermeni kimliğinin hayati bir unsuru olarak benimseyip tüm çabaların ve birlikteliğin bu olgu üzerine kurulmasını, 1915 olaylarını soykırım olarak dünyaya kabul ettirme çabası ve inadından kurtulmak gerektiğini söylemektedir. Sanık daha önceki yazılarında da bu anlayış ve çabayı Ermeni kimliğini kemiren bir husus, ruhsal bozukluk ve zaman kaybı olarak nitelendirmektedir. Zehirli kan olarak ifade edilen husus, Türklük ya da Türkler değil Ermeni kimliğinde yer alan sanığın ifadesi ile hatalı anlayıştır. Tüm bu açıklamalar bir arada değerlendirildiğinde, sanığın ifadelerinin 159. maddede düzenlenen anlamda Türklüğü tahkir ve tezyif olarak nitelemek mümkün değildir. Bir kere ifadeler Türklere ya da Türk kimliğine yönelik değildir. Aksine ifadeler Ermeni toplumunun oluşturduğu Türk anlayışı ve olgusuna yöneliktir. İkinci olarak sarf edilen sözlerde tahkir, aşağılama, küçük düşürme, zayıflatmak anlamına gelebilecek bir husus bulunmamaktadır.
Salt 1915 olaylarını soykırım olarak nitelemek de bu anlamda 159. maddede düzenlenen suçu oluşturmayacaktır. Ermeni soykırımı iddiaları halen tartışılmakta olup bu konuda gerek Ermenilerden gerekse Türklerden farklı bakış açıları ve görüşler ifade edilmektedir. Dolayısıyla bu açıklamalar tarihi bir olaya ilişkin görüş açıklamalarıdır. 159. maddede düzenlenen suç tipinin tipik eylem unsurunu oluşturmadığı gibi, açıklamalar bölümünde geniş olarak ifade edilen düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır.”

Bilirkişi raporunun dosyaya konulmasından sonra yapılan 8 Temmuz 2005’deki ilk duruşmada, davanın başında müdahil olması kabul edilen Mehmet Soykan’ın yanı sıra dokuz şikâyetçinin daha müdahil olarak davaya kabul edilmeleri, bilirkişi raporuyla ümitlenen Dink ve avukatları için olumsuz gelişmelerin habercisi oldu. Müdahil olarak davaya kabul edilenlerin ilk icraatı bilirkişi raporuna itiraz ve bilirkişi heyetini oluşturan akademisyenlere yönelik suçlama oldu. Müdahillerin ilginç talepleri duruşma tutanağına şöyle geçti:

“Müdahiller ayrı ayrı ‘bilirkişiler ehil olmadığı için eğer mahkeme yeniden bir bilirkişi heyetine başvurmak amacında ise bunun profesörlerden kurulu bir kurula veya bu konuda uzman olan Türk Tarih Kurumu’na başvurulmasını istiyoruz. Öncelikle iddianamedeki sözler nitelik itibariyle gayet net ve açık olduğundan bilirkişiden görüş alınmasına da gerek yoktur. Bu sebeple şikâyetçiyiz, sanıkların cezalandırılmasını istiyoruz ve bilirkişi raporlarında sözde Ermeni soykırımından bahseden ve bunu yazan bilirkişiler hakkında da bu ifadeler sebebiyle de suç duyurusunda bulunulmasına karar verilmesini istiyoruz ve müdahil dilekçemizi tekrarlıyoruz’, dediler.”

Duruşmada müdahillerin bu taleplerini ileri sürmelerinden sonra, Savcı Muhittin Ayata esas hakkındaki görüşünü açıkladı. Bu görüş, iddianameden farklı olarak, bütün bir dava süresince toplanan deliller, yapılan savunmalar ve hazırlanan bilirkişi raporları sonunda, Savcılık makamının ‘kamu’ adına ulaştığı sonucu temsil ediyordu. Ancak Savcılığın esas hakkındaki görüşü, ne bilirkişi raporunu, ne de savunmayı kabul eden bir görüş olarak ortaya çıktı. Savcı, bilirkişi raporunu kabul etmediğini ve Hrant Dink’in, kaleme aldığı yazı dizisinde Türklüğü ‘kanserojen tümör, zehirli kan, soykırımcı’ gibi ifadelerle neşren tahkir ve tezyif (yayın yoluyla hakaret ettiği ve aşağıladığı) ettiği gerekçesiyle, Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesinin 1.fıkrasına göre cezalandırılmasını istedi. Karin Karakaşlı’nın ise yazı işleri müdürü olarak, gazetede çıkan bir yazıdan dolayı ceza sorumluluğunun olmadığını belirtti ve Karakaşlı hakkındaki davanın, dava açıldıktan sonra Basın Kanunu’nda yapılan değişiklik nedeniyle, ortadan kaldırılmasına karar verilmesini istedi.

“TÜRK MİLLETİNİN YÜZÜNÜ AĞARTAN MÜTALAA”
Duruşmaya, başlarda, müdahil Mehmet Soykan’ın avukatı olarak katılan avukat Kemal Kerinçsiz, mahkemenin, bütün Türk vatandaşlarına tanıdığı müdahil olma hakkından yararlanarak davanın müdahili olmuştu. Kerinçsiz, müdahil sıfatıyla söz alırken savcılık makamına Dink’in cezalandırılmasını istediği için büyük övgüler düzdü. Kerinçsiz’in “Mütalaaya katılıyoruz. Türk milletinin yüzünü ağartan bir mütalaadır” sözlerinin ardından söz alan başka bir ‘Türk vatandaşı’ müdahil Musa Gümüş ise sözü Alparslan’ın Anadolu’yu fethine kadar götürdü: “Sultan Alparslan Anadolu’ya gelirken Ermeniler Bizans’a yardım etmemişlerdir. Bundan dolayı hep suçlanmışlardır. 1915’e kadar Türklerle Ermeniler arasında ve yine halen de Türkiye’de yaşayan Ermeni vatandaşlarla Türklerin bir sorunu olmamıştır, ancak her nedense basın ve baskı grupları bu olayı tahrik etmektedirler.” Davayla hiçbir ilgisi olmayan bu sözlerin söylenmesine izin veren yargıç, sanık avukatlarının “Bu şekilde müdahillere söz hakkı verilmesi usule uygun değildir” itirazlarına rağmen bunları duruşma tutanağına da geçirdi. Duruşma salonu –adeta- Ermeni sorunu ile ilgili ırkçı söylevlerin arenası haline gelmişti.
Sanık avukatları Fethiye Çetin, Sedat Sadioğlu, Hasan Alıcı ve Zeynep Aydın tarafından yazılan savunma dilekçelerinde, müdahillerin tavırlarının “Adil yargılama hakkı açısından endişe verici boyutlara ulaştığı” belirtilirken “Bir yargılamada özellikle sanıklar açısından önemli olan adaletin işleyişine güven duymaktır. Adaletin doğru ve adil işleyişine ilişkin bir endişenin varlığı, adil yargı prensibine gölge düşürebilir. Önemli olan bu endişenin nesnel açıdan haklı görünüp görünmediğidir. Bu endişe, niteliği itibariyle sübjektif bir endişe olmaktan uzaktır” denilerek, duruşmalarda adil yargılanma hakkından uzaklaşıldığını belirtiyorlardı.
Avukatlar, savunmalarında, Hrant Dink’in davaya konu yazısında “Ermeni kimliğinin, oluşumunu 1915'i tüm dünyaya soykırım olarak kabul ettirme inadına dönüştüğünü, bu inadın Ermeni kimliğinin asli unsuru haline geldiğini, bu durumun hata olduğunu, bu hatadan artık vazgeçmek gerektiğini, Ermenilerin sağlıklı bir kimlik oluşturabilmeleri için artık ‘Türk’ olgusuna olumsuz bir imge yüklemekten, 'Türk'le uğraşmaktan vazgeçmelerini, onun yerine Ermenistan'a ilgi gösterilmesi gerektiğini vurgulamak” istediğini belirttiler. Avukatlar, ayrıca, ”Dink’in sözünü ettiği kanın, iddia edildiği gibi, Türk'ün kanı değil, Ermeni'nin kanı” olduğunu, “zehirli kan ile anlatılanın ise, kimi Ermenilerin sağlıksız hatalı yaklaşımları” olduğunu vurguladılar. Bu yazı hakkında dava açılmasının “Türk yargısı açısından talihsizlik” olduğunu kaydeden avukatlar, Hrant Dink’in Türklüğe hakaret veya aşağılama gibi kastının olmadığını, aksine “Türk olgusuna olumsuz bir imge yükleme tavrını eleştirdiğini” belirterek beraat talebinde bulundular.
Davanın ilk aşaması, 7 Ekim 2005’teki duruşmayla bitti. Mahkemenin kararını açıkladığı bu duruşmaya, Hrant Dink ve Karin Karakaşlı katılmadı. Ancak müdahiller tam kadro duruşma salonundaydı. Mahkeme yargıcı Metin Aydın, önce, Karin Karakaşlı hakkında açılan davada, yeni Basın Kanunu ile, sorumlu yazı işleri müdürlerinin, yazılan yazılardan ötürü ceza sorumluluklarının kaldırılması nedeniyle beraatına karar verildiğini açıkladı. Yargıç Aydın, “Mahkûm olursam Türkiye’yi terk ederim” diyecek kadar kendisinden ve sözlerinden emin olan Hrant Dink’in ise, dava açılmasına neden olan cümle ile “bir nevi Türk’ün kanının pis, aşağılayıcı incitici nitelikte olduğunu” söylediğini iddia etti ve Dink’i “Türklüğe hakaret etmek ve aşağılamak” suçundan 6 ay hapse mahkûm etti. Yargıç, bu cezayı, Hrant Dink’in sabıkasız olması ve ileride suç işlemeyeceği kanaatine vardığı için erteledi. Ancak yargıç Metin Aydın, bu cezayı, bu tip cezalarda alışılageldiği gibi paraya çevirmekten kaçınmıştı. Yani Dink, 5 yıl içinde aynı nitelikte bir suç işlerse, bu suçtan alacağı ceza ile birlikte 6 aylık hapis cezasını da bilfiil çekmek zorunda olacaktı. Bunun anlamı, görüşlerini yazılarıyla okurlarına aktaran bir gazeteci için sürekli ‘hapis tehdidi altında’ yazı yazmaktı.
Oysa, Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanun’un 4. maddesine göre, mahkemenin, 1 yıl ve daha az süreli hapis cezalarını para cezasına çevirme yetkisi vardı. Yargıç, bu yetkisini kullanmama gerekçesini, kısa kararda ‘suçun işlenişindeki özellik itibariyle’ ifadesiyle açıkladı. Yargıç, ayrıca, Türk Ceza Kanunu’nda yargıca verilmiş ‘takdiri indirim yetkisi’ni de kullanmadı. Genellikle sanığın duruşmadaki iyi haline karşılık yapılan bu indirimin, Dink için uygulanmamasının nedeni ise, yargıç tarafından açıklanmadı. Kararda “başkaca bir indirim nedeni görülmediği” gibi bir ifade ile, Dink’ten cezasını 5 aya düşürecek bu hak da esirgendi. Türk Ceza Kanunu’nun yargıçlara takdiri indirim hakkı veren 59. maddesine göre, mahkeme, kanunda yazan bütün indirim nedenlerinden ayrı olarak, “her ne zaman fail lehine cezayı hafifletecek takdiri sebepler” olduğunu kabul ederse, süreli hapis cezasının 1/6’sından fazla olmamak üzere, indirim yapma hakkına sahipti. Uygulamada, genel olarak, sanığın duruşmada iyi halli olması gibi bir neden, takdiri indirim nedeni olarak kabul edilmekte ve sanıkların lehine bu indirim uygulanmaktadır. Gerekçeli kararda da, bu indirimin uygulanmama nedenine dair herhangi bir açıklama yapılmadı. Oysa, Yargıtay’ın takdiri indirime ilişkin kararlarında, “Takdir hakkı kullanılırken gösterilen gerekçenin makul olması, hukuk kurallarını zedelemeyecek, yasaların maksat ve amacına aykırı düşmeyecek, vicdanları rahatsız etmeyecek bir nitelik taşıması gerektiği” sıkça belirtilmektedir.

MAHKEME KARARINDAKİ MİLLİYETÇİLİK
Yargıcın bu kısa kararının ardından yazdığı ‘gerekçeli karar’ ise, değindiği konular, hukuki mantığı, tespitleri ve bakış açısı ile, sadece hukuk tarihi açısından değil, Türkiye’nin Ermeni sorunu konusunda da çok önemli bir belge olarak tarihteki yerini aldı:

“Sorun, iddia konusu, sarf edilen sözün ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü kapsamında kalıp kalmadığı ile suçun oluşması için gerekli olan özel kastın var olup olmadığıdır. Mahkememizce suç kastı Hrant Dink tarafından 13/2/2004 günlü Agos Gazetesi’nde ‘Ermeni kimliği üzerine Ermenistan’la tanışmak’ başlıklı yazısı dikkate alınarak belirlenmiştir.
Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü sınırsız değildir, her şeyin bir sınırı vardır. Bu sınırlama bazen yasayla bazen de ahlak kurallarıyla olur. Aşağılayıcı, incitici nitelikte ifade özgürlüğü söz konu olamaz. Buna hiçbir hukuk düzeni izin vermez. Her ülkenin kendine göre değerleri vardır.
Öyle ülke vardır, bayrağından şort yaparsın hoşgörür, öyle ülke vardır ineğine dokunursun infial yaratır, öyle millet var ki kan dedin mi ecdatlarının akıttığı oluk oluk şehit kanı gelir.
Öyle millet var ki; kan dedin mi akla bu toprakların her santiminde bulunan ecdat kanı gelir. Bu toprağın her karesi kanla sulanmıştır. Atatürk bu vatanın bu kanla kurtulduğunu, gayet iyi bildiği için gençliğe her zor koşulda muhtaç olduğu kudretin bu kanda olduğunu söylemiştir. Oysa sanık bu kanın zehirli olduğunu ifade etmiştir. Bu Türk atalarına, şehitlere, milleti meydana getiren değerlere saygısızlıktır ve tabi ki aşağılayıcı, inciticidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk adlı eserinde yer alan Türk Gençliğine Hitabesinde ’Ey Türk Gençliği, birinci vazifen Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuza değin korumak ve savunmaktır’ ile başlayıp ‘muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’ şeklinde sona ermektedir. Yazar olan sanık Hrant Dink ince ve ustalıkla bu sözü çarpıtarak Türklüğü incitici, aşağılayıcı niteliğe bürümüştür. Anadolu’da kişiler, birbirlerini yermek için ‘kansız, kanı bozuk’ gibi sözler sarfederler. Yazıda geçen zehirli kan, bir anlamda pis kan demektir. Bu da aşağılayıcı niteliktedir. Aşağılayıcı mahiyette ifade özgürlüğü, söz konusu olamayacağına göre bu yönüyle suç sabittir. (…)
Her ne kadar bilirkişi raporunda suçun unsurlarının oluşmadığını, tüm gazetelerin okunduktan sonra sanığın kastının belirlenmesi gerektiği şeklindeyse de mahkememizce 13/2/2004 günlü yazı dikkate alınarak sanığın suç kastının olduğu kabul edilerek bu noktada bilirkişilerin raporuna itibar edilmemiştir.
Sanığın kastının belirlenmesi ve suçun oluştuğuna ilişkin şöyle bir benzetme düşünülebilir.
Size sayılar ile aramızdaki sorun nasıl çözülür, anlatmak istiyorum.
Bu ‘iki’lerin elleri çok kirli, pis, aman bulaşmayın. Biz ‘harfler’ olarak yine ‘sayılara’ bulaşmayalım. Amacımıza ulaşmak için sayılarla uğraşmayalım. Yoksa biz de kirleniriz. Bırakın onları, biz kendi işimize bakalım.
Bu yazıyı yazdıktan sonra başka bir haftadaki gazetede yine aynı mahiyette bir yazı yazıldıktan sonra ve hep harflerden bahsedildikten sonra bu defa sonraki hafta yazar şöyle desin.
Ben ‘2’lerin elleri çok kirli, pis demiştim. Ama benim amacım başka idi. Eğer o çamurlu sopayı tutmaları için onlara vermeseydim elleri kirlenmezdi, pislenmezdi. Bunu anlatmaya çalıştım. Dese acaba okurların tüm gazete sayılarını takip etmek gibi bir zorunluluğu var mıdır ki, yazarın kastını belirlesin. İlk yazıda ‘2’lerin elleri kirli demekle aşağılanma oluşmuştur.
Olayımızda da sanık öyle ustalıkla hareket etmiş, öyle iyi hazırlanmış, tutmuş Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Cumhuriyeti’ni emanet ettiği, Türk Gençliğine Hitabetinde yer alan ‘muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’ bu çok önemli sözü Türklüğü küçük düşürücü, incitici bir uslupla ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan Ermeninin Ermenistanla kuracağı asil damarında mevcuttur’ şeklinde değiştirmiş, tabir yerinde ise tavşan kaç tazı tut demiştir.
Yukarıda açıklanan gerekçe, yapılan yargılama ve edinilen vicdani kanıya göre ve her ne kadar bilirkişiler tüm gazetelerin okunduktan sonra sanığın kastının belirlenmesi gerektiğini belirtmişler ise de; yukarıda açıklandığı gibi sanığın asıl amacının Türkiye’de yaşayan Ermeni vatandaşların bile tatillerini Ermenistan sokaklarında geçirecek bir ulus bilincini geliştirmek, dolayısıyla vatandaşı olduğu Türkiye’deki Ermeni vatandaşları da bu şekilde etkilemektir.
Yazar hemen hemen tüm yazılarında Ermeni kimliği üzerinde durmuş olması da kastını açıkça belirtmektedir.
(…) sanık Fırat Hrant Dink yazmış olduğu yazı eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklaması niteliğinde olmadığından Türkten boşalacak zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan ermeninin, ermenistanla kuracağı asil damarında mevcuttur şeklindeki yazılar bir nevi Türk’ün kanının pis aşağılayıcı incitici nitelikte olduğu mahkemece kabul edilerek (…) takdiren 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına (…)karar veril(di).7/10/2005”


Yargıç Metin Aydın’ın gerekçeli karar metni, ceza hukuku açısından müstesna bir belge olarak tarihteki yerini aldı. Kararda kullanılan ifadeler, yapılan benzetmeler ve karara hakim olan milliyetçiliğin yüksek ve aksiyoner dozajı da ayrıca ilgi çekiciydi.
Yargıç Aydın’ın gerekçeli kararında, düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırsız olmadığına ilişkin çok bilinen klişe tekrarlanırken, bu sınırlamanın “bazen yasayla bazen de ahlak kurallarıyla” olacağı belirtilmişti. Oysa Anayasa’nın ve insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelerin temel kurallarından biri, insan hak ve özgürlüklerinin sınırlanmasının mutlaka yasayla olmasıdır. Çünkü yasa, halkın temsilcilerinin oluşturduğu parlamentolar tarafından yapılan ve Anayasa’ya uygunluğu çeşitli mekanizmalarla denetlenen metinlerdir. Kaldı ki, yasayla yapılacak bu sınırlamanın da bir sınırı vardır. Anayasa’nın 13. maddesine göre, parlamento yasa yaparken temel hak ve özgürlüklerin özlerine dokunamaz ve demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı sınırlama getiremez. Demokratik toplum düzeninin vazgeçilmezi ise, ifade özgürlüğünün mümkün olduğunca geniş yorumlanmasıdır. Ahlak kuralları da ancak bir yasa aracılığı ile sınırlama nedeni olabilir. Bu açık hukuki gerçeğe rağmen, gerekçeli kararda ahlak kurallarının düşünce özgürlüğünün sınırlanması araçlarından sayılması, gerekçeli kararda kullanılan diğer ifadelerle birlikte ele alındığında oldukça ilginç sonuçları ortaya çıkarmaktadır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da, davanın temyiz incelemesini yapacak olan Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ne gönderdiği tebliğnamede, kararın bu bölümüne şöyle itiraz etmişti:

"Mahkemece ifade özgürlüğünün sınırlarının bazen ‘yasadan’ bazen de ‘ahlak’ kurallarından kaynaklanacağı belirtilmiştir ki, yasal dayanağı olmayan hiçbir nedenle ifade özgürlüğü kısıtlanamaz. Ahlak kurallarına dayalı olarak sınırlama nedeni bile yasayla öngörülmelidir.”

Şok edici, rahatsız edici ve incitici görüşlerin de düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, artık en tutucu hukuk metinlerinde bile itiraz görmeyen bir genel kabul halini almışken, gerekçeli kararda, “İncitici nitelikte ifade özgürlüğü söz konu olamaz”, “Her ülkenin kendine göre değerleri vardır” gibi, insan hakları hukuku literatürüne yabancı görüşler büyük bir rahatlıkla savunuluyordu. “Her ülkenin değerleri vardır” sözündeki monolitik vurguyu, “Öyle ülke vardır, bayrağından şort yaparsın hoş görür, öyle ülke vardır ineğine dokunursun infial yaratır, öyle millet var ki kan dedin mi ecdatlarının akıttığı oluk oluk şehit kanı gelir. Öyle millet var ki; kan dedin mi akla bu toprakların her santiminde bulunan ecdat kanı gelir. Bu toprağın her karesi kanla sulanmıştır” ifadelerinin takip etmesi, ahlakla kastedilenin, aslında muhatabını cezalandırmaya kararlı bir ‘töre’ olduğuna işaret ediyordu.
Yargılama sonunda yargıcın görevi, iddiaları ve savunmaları bir arada değerlendirerek sonuca ulaşmaktır. Ceza yargılamasında bu, ‘tez-antitez-sentez’ olarak nitelenir. Oysa, bu davada yargıç, savunmalardan hiç söz etmeksizin sadece iddialar doğrultusunda bir karar oluşturmuştu. Kararda, Hrant Dink’in suçlu olup olmadığına ilişkin ilk değerlendirme doğrudan, “Atatürk bu vatanın bu kanla kurtulduğunu, gayet iyi bildiği için gençliğe her zor koşulda muhtaç olduğu kudretin bu kanda olduğunu söylemiştir. Oysa sanık bu kanın zehirli olduğunu ifade etmiştir. Bu Türk atalarına, şehitlere, milleti meydana getiren değerlere saygısızlıktır ve tabi ki aşağılayıcı, inciticidir” cümlesiyle yapılmıştı. Bu değerlendirme ile yargıç, dava konusu suçla ilgisiz olarak, yasanın dışına taşmıştı. Türk Ceza Kanunu’nda ve diğer kanunlarda “Türk atalarına, şehitlere, milleti meydana getiren değerlere saygısızlık” suçu/suçları yoktur. Davanın konusu ‘Türklüğe hakaret’ suçudur ve yukarıda sayılanlar da bu suçun unsurlarından değildir.
Yargıcın, kişisel kanaatlerini, duygusunu, öfkesini yansıtmaktan kaçınmadığını gösteren ifadeler bunlarla sınırlı değildi. Yargıç, Hrant Dink’in, hakkında dava açılmasına neden olan cümleyi yazarken Türklüğe hakaret kastı ile hareket ettiğini iddia ediyordu. Dink’in ‘özel kastı’nın bulunduğunu ispatlamak için yaptığı alıntı, yargıcın, gerçekte dava konusu cümleyi söyleyen sanık Hrant Dink’i değil, Ermeni kimliğini yadsımayan sanık Hrant Dink’i cezalandırdığını ortaya koymaktaydı:

“Özel kast konusuna gelince; bunu da sanığın yazdığı Ermeni kimliği üzerine Ermenistan’la tanışmak başlıklı yazının devamında yer alan ‘Örneğin, bir kenara ayrılacak 3-5 kuruşla bir gencin yıllık tatilinin 15 gününü Ermenistan sokaklarında geçirmesi pekala sağlanabilir. Ermenistanı ziyaret eden ve öncesinde Ermeni kimliğinden bir hayli de uzak gözüken gencin 15-20 günlük bu sürede edinmiş olduğu kimliğin nasıl damardan abzorbe edildiği görülecektir. Gayri o kimlik ona damardan şırıngalanmıştır. Artık o dakikadan itibaren o gencin bu kimliğini dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun, unutması bir daha olanaksızdır. Dolayısıyla gençler için Ermenistan’a özel seyahat turlarının düzenlenmesi birinci derecede kimlik kazandırıcı faaliyettir’ gibi cümlelerden görebiliyoruz. Bu cümlelerde sanığın amacının ermeni kimliğinin pekiştirilmesi ve bu amaçla Ermeni gençlerinin Ermenistana seyahat etmeleri önerilmekte ve bir bakıma Türkiye’de yaşayan Ermeni vatandaşların bir Ermeni kimliği kazanması gerektiği düşüncesi ifade edilmektedir.
Türkiye’de yaşayan bir Ermeni vatandaşının gazeteler incelendiğinde bir Ermeni kimliğinin pekiştirilmesi ve bunun Ermenilerin Ermenistan’la bütünleşmesi niteliğinde olduğu açıkça görülecektir. Bu da sanığın özel kastının olduğunu göstermektedir.”

Yani yargıca göre, Hrant Dink’in, diasporadaki Ermenilere, gençlerini Ermenistan’a göndererek Ermeni kimliği ile tanışmalarını sağlamalarını önermesi, onun Türklüğe hakaret ettiğinin ispatıydı. “Türkiye’de yaşayan Ermeni vatandaşların bir Ermeni kimliği kazanması gerektiği düşüncesi”ni savunması Dink’e ceza verilmesinin gerekçesi yapılmıştı. Yargıç, bu görüşünü “Yazar hemen hemen tüm yazılarında Ermeni kimliği üzerinde durmuş olması da kastını açıkça belirtmektedir” cümlesiyle açıkça ortaya koymaktan da çekinmemişti. Burada, artık, Dink’in davaya konu cümlesinin herhangi bir öneminin olmadığı tamamen su yüzüne çıkmıştı. Dink’in cezalandırılmasının nedeni, onun, yazılarında Ermeni kimliği üzerinde durmuş olmasıydı. Bu ‘cüretkâr’ ifşa, Ermeni kimliğine yönelik alerjinin yargısal bir metinde berrak biçimde ortaya konulması açısından da ibret vericidir.
Yargıtay Başsavcılığı’nın tebliğnamesinde de, yargıcın Hrant Dink’i mahkûm ederken, onun, Ermeni kimliğini reddetmemesini bir gerekçe olarak göstermesine itiraz edildi. Tebliğnamede, “Ermeni kimliği, ülkemizde Lozan Antlaşması uyarınca ‘azınlık kimliği’ niteliğinde kabul edilmekte ve bu yönüyle korunmaktadır. Ermeni kimliği bağlamında ‘bu anlamıyla’ Ermeni azınlık kimliğinin korunmasını savunmak, suç olmayacağı gibi bir kastın göstergesi de olamaz. Sanık, kanlarındaki hatalı Ermeni anlayışının yani zehirin boşaltılmasını ifade etmekte, Ermeni diasporasındaki yerleşik Ermeni kimliğinin terk edilmesini, ancak Ermeni kimliğinin – ki bu Türkiye’de ancak bir azınlık kimliğidir-, geliştirilmesi ve pekiştirilmesini söylemektedir. Yazı; Türklüğe kin ve nefret duymayan ve düşmanlık çağrısı içermeyen, ‘küçültücü ve/veya sövgü içerikli’ bir yazı olmadığı gibi; ortaya koyulan görüş de, ‘eleştiri sınırları’ içerisinde kalan, hatta mensubu olduğu cemaat/Diaspora yönünden ‘özeleştiri’ niteliği de taşıyan bir görüştür” denildi.
Yargıcın, Dink’in Türklüğe hakaret kastı ile hareket ettiğini ispatlamak için yaptığı ‘sayı, harf’ benzetmesi ise tuhaflığı bir yana, vardığı sonuç açısından da ‘şaşırtıcı’dır. Okurun, bütün yazıları okumadığı için yazarın davaya konu cümlesi ile neyi kastettiğini bilemeyeceğini savunan yargıç, buradan Dink’in, kastını ortaya koyduğunu düşünmektedir. Oysa, Dink’in kastının olup olmadığı tamamen mahkeme tarafından belirlenmesi gereken bir unsurdur. Okurların, o yazıdan, Dink’in neyi demek istediğini anlamamaları, bir cezalandırma gerekçesi olamaz.
Yargıç Metin Aydın’ın bu kararı, hukukçular arasında ve basında uzun süre değerlendirmelere konu oldu. Yeni Şafak yazarı Kürşat Bumin’in gerekçeye ilişkin şaşkınlığı köşesine şu satırlarla yansıdı:

“(…)Görüyorsunuz, çok şaşırtıcı değil mi? Bir ‘gerekçeli karar’da Hindistan denince bazılarının aklına gelen ilk şey olan ‘kutsal inekler’den söz edilmesinin gereğini anlayabiliyor musunuz? ‘Şort yapılan’ bayrak hatırlatması da neyin nesi? Bir ‘gerekçeli karar’ın ‘ahlak kuralları’nı ‘yasalar’la birlikte hatırlatması da şaşırtıcı değil mi? Peki ya ifade özgürlüğünün ‘sınırsız’ olmadığına ilişkin satırlar; ‘Herşeyin bir sınırı vardır’ gibi ancak bir ‘sohbet’te hatırlatılması caiz olan ifadeler? Hem söyler misiniz, bu ülkede ‘kan dedin mi’ akla hemen ‘ecdatlarının akıttığı oluk oluk kan’ın geldiğinin hatırlatılmasının yeri ‘gerekçeli karar’ mıdır? Önümdeki gazetenin ‘gerekçeli karar’dan yaptığı alıntının son cümlesi de bir tuhaf: ‘(Sanık) tabir yerindeyse 'tavşan kaç, tazı tut' demiştir.’ Söyler misiniz bu nasıl bir ‘dil’dir böyle? Haksız mıyım? Bunun adı ‘tam bağımsız yargı kararı dili’ değil midir?”

YARGITAY DA ‘SUÇLU’ DEDİ
Mahkemenin bu kararına karşı, hem müdahillerin hem de Hrant Dink’in avukatları Yargıtay’a temyiz başvurusunda bulundular. Avukat Kemal Kerinçsiz, hem kendisi hem de müdahil Mehmet Soykan’ın avukatı sıfatıyla, Yargıtay’a verdiği temyiz dilekçesinde, Hrant Dink’e, alt sınırdan ceza verilmesi ve bu cezanın ertelenmesine ilişkin kararın bozulmasını talep etti. Hrant Dink’in suçlu bulunmasından ve 6 ay hapse mahkûm edilmesinden tatmin olmayan Kemal Kerinçsiz, Hrant Dink’in “bu tür yazıları yazmayı alışkanlık haline getirdiğini” iddia ettiği temyiz dilekçesinde ağır suçlamalar yöneltti.
Davanın temyiz incelemesi, Hrant Dink’in büyük ümit bağladığı bir aşamaydı. Dink’e göre, Yargıtay, yerel mahkemenin kararını değerlendirecek ve kendisinin dava konusu sözlerle neyi amaçladığını görerek mahkûmiyet kararını bozacaktı.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, davanın temyiz incelemesini yapacak olan Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ne gönderdiği tebliğname de, Dink’in bu umutlarını beslemişti. Tebliğname, Daire açısından bağlayıcı değildi, ancak Daire’nin tebliğnamedeki görüşe aykırı bir karar vermesi halinde, Başsavcılığın bu karara karşı Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nda itiraz hakkı vardı.
Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu tarafından hazırlanan tebliğnamede, Dink’e verilen cezanın hukuka aykırı olduğu görüşü ayrıntılı olarak açıklanıyordu. Tebliğnamede, Dink’in yazı dizisi kapsamında savunduğu görüşlerin bütünlüklü olarak değerlendirilmesi gerektiği belirtildi ve davaya konu olan cümlenin yanlış anlaşılmalara müsait olsa da, dikkatli bir okuma sonucu, “küçültme unsuruyla kullandığı ileri sürülen ‘zehirli kan’ın, Türklere ait kan değil, Ermeni kimliğini zehirleyen, Ermenilerin Türklere olan bakış açılarını kimliklerinin bir parçası haline getirmeleri” olduğu anlatıldı. Tebliğnamede, ayrıca, Dink’in bu cümleyle, “Ermeni kimliği yönünden hatalı çıkış noktasını ve zehri oluşturan bu Türk saplantısı terk edilip, bunun yerinin Ermenistan’la kurulacak bağla dolacak temiz kanla doldurulması durumunda, daha sağlıklı bir kimliğin ortaya çıkacağı”nı anlatmak istediği belirtildi.
Başsavcılığın tebliğnamesinde, Anayasa’nın vatandaşlık tanımına göre, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Ermenilerin de Türk sayıldığına dikkat çekilerek “Bu nedenle Ermeni kökenli Türk vatandaşları bağlamında da ‘eleştiri’ boyutunda kalan yazıda, Türklüğü (Anayasa md 66) alenen tahkir ve tezyif de söz konusu değildir” denildi. Ayrıca, mahkemenin müdahillikle ilgili verdiği kararın da hatalı olduğu belirtilerek bozma yönünde görüş bildirildi.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 1 Mayıs 2006’da verdiği kararda, öncelikle mahkemenin, şikâyetçilerin, sadece ‘Türk vatandaşı’ oldukları için suçtan zarar gördükleri tespitiyle davaya müdahil olarak kabul edilmelerine ilişkin kararı bozdu. Daire, bu bozma kararına paralel olarak, müdahillerin yaptığı temyiz başvurularını dikkate almadığını bildirdi.
Davanın esasına gelince; başkanlığını, daha sonra Yargıtay Başkanlığı’na seçilecek olan Hasan Gerçeker’in yaptığı 9. Ceza Dairesi’nin 5 kişilik heyeti tarafından oybirliği ile alınan kararda şöyle denildi:

“Suça konu yazının yayımlandığı mevkute, sanığın mevkutedeki konumu, hitap edilen kitle, yayımlanma amacı ile hitap edilen kitle tarafından algılanma biçimi de gözetilerek, dava konusu yazı dizisi bir bütün olarak ele alınıp değerlendirildiğinde, suça konu ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur’ ibaresinin Türklüğü tahkir ve tezyif edici nitelikte olduğunda kuşku bulunmamakta, bir toplumu yüceltirken başka bir toplumu aşağılamanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile öngörülen ifade özgürlüğü kapsamında bulunduğunu kabulde mümkün görülmemekte olup, bu nedenlerle tebliğnamedeki bu konuya ilişkin bozma düşüncesine iştirak edilmemiştir.”
Böylece, yerel mahkeme yargıcının, Hrant Dink’i suçlu bulan kararını yerinde bulan Daire, kararı esastan onadı. Daire’nin, mahkeme kararını yerinde bulan hükmünde özellikle dikkat çeken bir gerekçe vardı: “Suça konu yazının yayımlandığı mevkute sanığın mevkutedeki konumu, hitap edilen kitle, yayımlanma amacı ile hitap edilen kitle tarafından algılanma biçimi de gözetilerek…” Yani Daire, bu ifadesiyle, suça konu yazının, Ermeni cemaatine hitap eden Agos Gazetesi’nde yayımlanmasını, Hrant Dink’in bu gazetenin genel yayın yönetmeni ve köşe yazarı olmasını, Ermeni kimliğine ilişkin bir yazı dizisinin yapılmasını ve hitap edilen kitlenin, yani Ermeni cemaatinin bu yazıyı algılayış biçimini de, suçun oluşup oluşmadığını tayinde dikkate aldığını belirtiyordu. Daire’nin bu kararına göre, bu yazı ulusal bir gazetede, Türk bir yazarın imzasıyla yayımlansaydı, suç oluşmayacaktı. Ancak, Daire’nin, suçun oluşup oluşmadığına dair dikkate aldığı bu özellikler, bir sözün başlı başına suç oluşturup oluşturmadığına bakılırken, kimin ağzından/kaleminden çıktığına ve bu sözü kimin dinleyip/okuduğuna dair de bir değerlendirme yapılması gerektiğini vazediyordu.
Daire, Dink’in bu sözlerle suç işlediği hükmünü onayladı, ancak mahkûmiyet kararının uygulanmasına ilişkin usule dair yerel mahkeme kararlarını ise hukuka aykırı bularak bozdu. Daire, ilk olarak, duruşmada tarafların yüzlerine okunan gerekçesiz kısa kararda hapis cezasının para cezasına çevrilmemesine ilişkin hükmün nedeninin gerekçeli kararda açıklanmamasını bozma nedeni saydı. İkinci olarak, şikâyetçilerin davaya müdahil olarak katılmalarına izin verilmesi ve bunların avukatlık masraflarının Hrant Dink tarafından ödenmesini, bu şahısların “suçun niteliği itibariyle doğrudan zarar görmelerinin söz konusu olmadığı” için bozdu. Daire’nin son bozma nedeni ise, mahkûm olduğu için Hrant Dink tarafından ödenmesi gereken yargılama masrafı, miktar ve dökümünün kararda gösterilmemesi oldu.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin bu kararına, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itiraz etti. Başsavcılığın, dava ile ilgili nihai kararı verecek olan Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gönderdiği 6 Haziran 2006 tarihli, kapsamlı itiraz dilekçesinde; yerel mahkemenin ve Yargıtay’ın, Hrant Dink’in davaya konu cümlesini “Türklüğü tahkir ve tezyif” olarak görmeleri karşısında, cümlenin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ayrıntılı açıklamalar ve karşılaştırmalar yapıldı. İtirazı hazırlayan Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu, -adeta- mahkeme ve Yargıtay’ı soğukkanlılıkla bu cümleyi okumaya davet etti:

“Sanığın kullandığı cümle anlam yönünden açık ve net olmayıp polemik konusu olabilecek niteliktedir. (…)Söylenen sözler polemik yaratsa da, abartılı, rahatsız edici olsa da; yazı bütünlüğünü gözetmeyen ve cümle yapısını analiz etmeyen bir kısım kitlede farklı ve yanlış anlamalara yol açsa ve bu yanlış anlamanın nedeni sanık olsa da, sanığın kastı ortaya konularak sonuca gidilmelidir. (…)davaya konu sekizinci yazıdaki paragraf gerek kendi bütünlüğü, gerek sekizinci yazı kapsamında; gerekse tüm yazı dizisi kapsamında değerlendirildiğinde, sanığın yazısında küçültme unsuruyla kullandığı ileri sürülen ‘zehirli kan’ Türklere ait kan değildir. Sanığa göre Ermeni kimliğini zehirleyen, Ermenilerin Türklere olan bakış açılarını, kimliklerinin bir parçası haline getirmiş olmalarıdır. Ermeni kimliği yönünden hatalı çıkış noktasını ve zehiri oluşturan bu Türk saplantısı terk edilip, bunun yerinin Ermenistan'la kurulacak bağla dolacak temiz kanla doldurulması durumunda, daha sağlıklı bir kimliğin ortaya çıkacağı belirtilmektedir.

(…)Cümlede geçen Türk sözcüğü ile kastedilen ise Türkler olmayıp, Ermeniler/Ermeni kökenlilerdeki Türk olgusudur. İşte Ermeniler/Ermeni kökenlilerdeki hatalı ve onları zehirleyen ‘Türk anlayışı’, kanlarından temizlenmeli ve Ermeniler/Ermeni kökenlilerden boşalacak bu kanın yerini alacak temiz kanın da, Ermenistanla kurulacak damardan alınacağı belirtilmektedir.”


Başsavcılığın itirazında, yerel mahkemenin ve Yargıtay’ın, Hrant Dink’in yazı dizilerinde Ermeni kimliğine yönelik görüşlerini, cezalandırmaya gerekçe yapmasına da karşı çıkıldı ve “Ülkemizde Lozan Antlaşması uyarınca Ermeniler ‘azınlık kimliği’ niteliğinde kabul edilmekte ve bu yönüyle korunmaktadır. Ermeni kimliği bağlamında ‘bu anlamıyla’ Ermeni azınlık kimliğinin korunmasını savunmak, suç olmayacağı gibi bir kastın göstergesi de olamaz” denildi.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bu itirazı ile, Ceza Genel Kurulu gündemine alınan dosyanın yapılan ilk görüşmesinde, yeterli oy verilmediği için karar verilemedi. Bu ilk görüşmede Yargıtay’daki genel hava, Daire kararının bozulacağı yönünde idi. Ancak ilk görüşmede yeterli oy çoğunluğu sağlanamadığı için (karar) ikinci görüşmeye bırakıldı. 11 Temmuz 2006’da yapılan ikinci görüşmede; 18 Yargıtay üyesi, Hrant Dink’in suçlu olduğu, 6’sı ise suçsuz olduğu yönünde oy kullandı. Çoğunluğun kaleme aldığı gerekçeli kararda; düşünce özgürlüğünün “sadece lehte olduğu kabul edilen veya zararsız veya ilgilenilmeye değmez görülen haber ve düşünceler için değil, devletin veya toplumun bir bölümünün aleyhinde olan, onları rahatsız eden haber ve düşünceler için de uygulanacağı” belirtildi. Bunun, demokratik toplum düzeninin ve çoğulculuğun gereği olduğu belirtilen aynı kararda, eleştirinin doğasından kaynaklanan sertliğin suç oluşturmayacağı, eleştirinin sert bir üslupla yapılması, kaba olması ve nezaket sınırlarını aşmasının, eleştirenin eğitim ve kültür düzeyine bağlı bir olgu olduğu da kaydedildi. Ancak, gerekçede ayrıca “Kurumlar eleştirilirken, görüş açıklama niteliğinde bulunmayan, küçültücü, aşağılayıcı ifadeler kullanılmamalı, düşünceyi açıklama sınırları içinde kalınmalı, başka bir anlatımla onların saygınlığını zedeleyici veya yok edici, varlık nedenini tartışılır hale getiren hareketlerden kaçınılmalıdır” denildi. Bu değerlendirmeye göre, düşünce özgürlüğü, belli kurumlar söz konusu olunca, sert eleştiriler yababilme özgürlüğünü içermiyordu! Gerekçede bu açıklamalardan sonra Hrant Dink’in niçin suçlu bulunduğu şöyle açıklanıyordu:

“Sanık, Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur’ sözünden de çıkarım yaparak ve bu sözü ustaca bir üslupla değiştirerek ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur’ demek suretiyle Türklüğü aşağılamıştır.
Kurulca bu sonuca varılırken, sadece bu cümleye dayanılarak değerlendirme yapılmamış, 8 yazının birbirini takip eden seri yazılar olduğu, özellikle konuyla ilgili olarak, 6, 7 ve 8. yazıların birlikte değerlendirilmesi gerektiği kabul edilmiş, ayrıca Ermeni kökenli bir Türk vatandaşı olan sanığın, tarihi olaylara bakış açısı, katılınmamakla birlikte ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmiştir.”

Kurul bu kararı verirken, Hrant Dink’in Ermeni kimliğini savunmasından etkilenmediğini belirtmek zorunda hissetmişti. Gerekçeli karara göre, Hrant Dink’in Ermeni kimliğini savunması, “Anayasasının 66. maddesiyle, vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk olarak kabul eden gerek anayasası gerekse ceza yasasıyla her türlü ayrımcılığı reddeden, Lozan Antlaşması ile de, Ermeni Kimliğini, azınlık niteliğinde kabul eden bir ülkede” suç değildi. Buna rağmen, gerekçeli kararın devamında, Hrant Dink’in, yazılarında Türk-Ermeni ilişkilerini ve tarihsel süreci yorumlarken, Türkler için ‘paranoya’, Ermeniler için ‘travma’, sözcüklerini kullanması, suç kastına bir delil olarak gösteriliyordu.
Gerekçeli kararda, Hrant Dink’in, yazı dizisinde kullandığı “Gayrı herkesi kendi vicdansızlığıyla başbaşa bırakma zamanı gelip de geçmiştir. Bu gerçekliği kabul edip etmemek, esasen herkesin kendi vicdani sorunudur, bu vicdan da temelini bizatihi insanlık denilen ortaklığımızdan –‘İnsan’ kimliğimizden- alır. Dolayısıyla gerçeği kabul edenler asıl olarak kendi insanlıklarını arındırırlar” cümlesine yer verilerek, “(Bu ifadeler) birlikte değerlendirildiğinde, sanığın yazısında küçültme unsuruyla kullandığı ‘zehirli kan’ sözcüğünün Türklere yönelik olduğu kötü niyetle ve tezyif amacıyla kullanıldığı anlaşılmıştır” denildi.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun bu değerlendirmesi ile, Hrant Dink açısından, “Türklerin kanına pis diyerek aşağılayan bir Ermeni” olduğu, en yüksek yargı katında hüküm altına alınmış oldu. Şüphesiz, yıllardır yazarak, konuşarak iki halk arasında tarihten gelen düşmanlık duygularını ortadan kaldırmaya çaba gösteren, halkların kardeşliği ülküsüyle hareket eden bir aydın için bundan daha hazin bir sonuç olamazdı. Başlatılan linç kampanyasının giderek büyümesi ve davaya dönüşmesi, yargılama sırasında akıl almaz saldırı ve hakaretlere maruz kalmış olmasından daha vahimi gerçekleşmiş ve Hrant Dink, Türkiye Cumhuriyeti’nin iç hukuk mekanizmaları açısından kesin olarak ‘suçlu’ bulunmuştu.
Karara, aynı zamanda Ceza Genel Kurulu’nun başkanlığını da yapan Yargıtay Birinci Başkanvekili Osman Şirin ile 7. Ceza Dairesi Üyesi Muvaffak Tatar ve 8. Ceza Dairesi Üyesi Hamdi Yaver Aktan ‘karşı oy’ yazdılar. Şirin ve Tatar ortak bir ‘karşı oy’ yazısı kaleme alırken, Aktan bu iki kurul üyesinden ayrı bir gerekçeyle karara karşı çıktı.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Kurul Başkanı Osman Şirin ve Kurul Üyesi Muvaffak Tatar’ın karşı oy yazılarında, Hrant Dink’e ilişkin kararın, Ceza Genel Kurulu’nun önceki kararlarıyla çeliştiğine dikkat çekiliyordu. Şirin ve Tatar, Hrant Dink’in yazı dizisindeki bütünlüğün dışlandığını, sadece ve yalnız “Türk’ten boşalacak o zehirli kan” ifadesinin ölçü alınmasının nasıl bir yanlış karara götürdüğünü ayrıntılarıyla dile getirdiler:

“…’Zehirli kan’ tanımlamasının önünde yer alan ‘O’ tanımlamasını gözetmemiş, zehirli kan sözünün etki ve yönlendirmesi ile yazarın asıl kastının ne olduğunu sorgulamamıştır. Oysa ‘Türk’ten boşalacak ‘O’ ‘zehirli kan’ tanımlamasıyla kastedilenin, altıncı yazının sonuncu paragrafında; ‘sonuçta görülüyor ki işte Türk, Ermeni kimliğinin hem zehiri hem panzehiridir. Asıl önemli sorun ise Ermeninin kimliğindeki bu Türkten kurtulup kurtulamayacağıdır’ İfadeleriyle açıklandığı ve ‘zehirli kan’ benzetmesiyle; Türklük ya da Türklerin değil 1915 olayları nedeniyle Ermeni toplumunda oluşan ve artık kurtulmak gereken hatalı anlayışın kastedildiği görülmektedir. Yerel mahkeme ise bu bağı kurma gereğini duymamıştır.”

Davada, bilirkişi raporunun da dikkate alınmadığını ve suçun unsurlarının oluşmadığını ortaya koyan iki Yargıtay üyesi, suçun ‘tahkir’in yanı sıra ‘tezyif’ öğesini de taşıması gerektiğini belirterek, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Ermeni asıllı sanığın, geçmişten bu yana aynı bayrak altında ve aynı devletin eşit haklara sahip bireyleri olarak birlikte oluşturdukları bu yüksek değeri aşağılamak istediğine, tarihin derinliklerinde kalan bir olayı kendi mensubu olduğu Ermenilerin bakışı doğrultusunda soykırım olarak değerlendirmek ve bu değerlendirişte bazı incitici deyimler kullanmak suretiyle tahkir ve tezyif amacı güttüğüne bu uygar ülkede ve ulaşılan bu özgürlük sürecinde inanabilmek hukuk adına olanaksız görülmektedir” dediler.
Karşı oyda, yerel mahkeme yargıcının, doğrudan bir zarar görmedikleri halde şikâyetçileri müdahil olarak davaya kabul etmesi ve gerekçeli kararda ileri sürdüğü görüşler de değerlendirilerek, mahkemenin, “mahkûmiyet hükmünü mağdurun yargıçlığı görüntüsüyle kurduğunu” belirttiler. Hrant Dink davasında, yargıcın, zarar görenler safından uzaklaşmadığı, yansızlığını kendi duygu ve düşüncelerine karşı da gerçekleştiremediğini belirten Şirin ve Tatar, sanık avukatlarının temyiz dilekçelerine ekledikleri, eski Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk imzalı hukuki görüşe Daire’nin itibar etmemesini de eleştirdi. Selçuk’un, yerel mahkeme yargıcının yasadaki ‘Türklük’ ifadesini ırkçı bir yaklaşımla kavradığına ilişkin görüşüne atıfta bulunularak “…korunan değer iyi algılanmadığından ve ırkçı bir yaklaşımla kavrandığından verilen hüküm ve gerekçesi, Türk Ceza Yasasını toplumdaki çatışmaları önleme amacından/işlevinden ve varlık nedeninden uzaklaştırdığı gibi geleceğin çatışmalarına zemin olabilecek bir boyut kazandırmış; ayrıca özgürlükçü ceza hukukunu ayrıcalıkçı bir suç/ceza hukuku anlayışına kaydırmıştır” denildi.
Hrant Dink’in mahkûm edilmesine karşı çıkan bir diğer Yargıtay üyesi olan 8. Ceza Dairesi Üyesi Hamdi Yaver Aktan da, karşı oy yazısında “Sekiz sayı süren bir dizi yazısının tümüyle dikkate alınması şöyle dursun, son yazının dahi bütününün dikkate alınmadığı”nı belirtti ve bunun, Yargıtay’ın süreklilik kazanmış uygulamasına da ters düştüğünü açıkladı. Aktan, hukuka aykırı biçimde, bazı kişilerin davaya müdahil olarak kabul edilmesinin davada nasıl bir etki yarattığını da “TCK’nun 159. maddesinde öngörülen suçun mağduru, tüzel kişiliği olan devlettir. Zarar gören ile mağdur nitelikleri devlette örtüşmektedir. Türk Ulusu, korunan hukuksal değerin konusu olduğuna göre, olaydan doğrudan zarar görmeyen kişilerin davaya müdahil olarak katılmalarına karar verilerek bir bakıma baskıdan uzak yargılama kuralı zedelenmiştir. Kaldı ki, Türkler aşağılanmış ise, dava yargıcının da potansiyel olarak ve teknik anlamda davaya katılması olasılığının mevcut olacağı dikkate alındığında sanığın bakışıyla mahkemenin görünümü de olması gereken tarafsız mahkeme ilkesini örseleyici nitelik alacaktır” ifadesiyle anlattı.
Aktan, mahkeme yargıcının, gerekçeli kararında kullandığı ifadelerin de tarafsızlığını tartışmalı hale getirdiğine dikkat çekerek “Davaya katılmaları olanaksız olanların katılmalarının sağlanması, gerekçedeki duygusal değerlendirme ve bu bağlamda Atatürk’ün sözlerine ırkçı çağrışımlı anlam yüklemek, mahkemenin görünümünü ve yargıcın tarafsızlığını tartışılır duruma getirmiştir” dedi.
Şirin, Tatar ve Aktan’ın yanı sıra 4 kurul üyesi daha, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itirazının kabul edilmesi yönünde oy kullandılar. Ancak bu üyeler; Şirin, Tatar ve Aktan’ın aksine, herhangi bir karşı oy yazısı kaleme almadılar. Bu üyelerin hangi gerekçelerle Kurul çoğunluğunun kararına katılmadıkları, gerekçeli karara “Diğer dört Kurul Üyesi ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itiraznamesinde belirtilen gerekçelerle, itirazın kabulü yönünde oy kullanmışlardır” ifadesiyle aktarıldı.

--------------
* Hrant Dink Cinayeti: Medya-Yargı-Devlet (Güncel Yayınları, 2009) kitabımdan bir bölüm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder