18 Ocak 2015 Pazar

Ortak yapım cinayet ve kanın sesi



KEMAL GÖKTAŞ

Dink, tarihsel gerçeklerin gün yüzüne çıkarılması konusunda tavizsiz ancak bu gerçeklerin halklar arasında düşmanlık vesilesi değil, barışın temeli olması gerektiğini ısrarla vurgulayan bir zamene bilgesi idi. Onu diğer çağdaş aydınlardan ayıran en temel özellik Ermeni kimliğiyle kamusal alana çıkarken süslü anlatımlar yerine gerçeği kalplere dokunan bir sadelikle gündeme getirmesiydi. İşte bu yüzden kimilerince karanlık oldukları varsayılan ama çokça da apaydınlık bir kötülüğü temsil edenlerin hedefindeydi.


Sonun başlangıcı

Dink için sonun başlangıcı 6 Şubat 2004'de Sabiha Gökçen'in Ermeni olduğuna ilişkin haberiydi. Hürriyet bu haberi 21 Şubat 2004'te Agos'tan alıntılarla manşete taşıdığında bildik milliyetçi refklesler, Kızıl Elma (ulusalcı-milliyetçi) ittifakının da hararetiyle, olağandan daha güçlü biçimde harekete geçti. Genelkurmay, "milli değerlerimize yönelik bu tip yayımların ne amaçla yapıldığı Türk toplumunun büyük bir kesimince artık anlaşılmakta ve endişe ile izlenmektedir" denilen bir açıklama yaptı. Dink ertesi gün Valiliğe çağrıldı, bir vali yardımcısının gözetiminde iki MİT mensubu tarafından "uyarıldı". Agos'ta daha önce yayınlanan bir yazısındaki cümle cımbızla çekildi ve çarpıtılarak Türklüğü aşağıladığı iddiasıyla aralarında bir polis müdürünün de olduğu kişilerce savcılığa suç duyurusunda bulunuldu. İstanbul Ülkü Ocakları, Agos önünde 'Hrant Dink, bundan sonra hedefimizsin' dedikleri bir protesto düzenledi. Artık hedefteydi. Miliyetçi yayın organları ve ana akımdaki milliyetçi ve kendisine "solcu-ulusalcı" diyen kalemler Dink'i düşmanlaştıran, içteki hain olarak gösteren, onu Adolf Hitler'le eş tutan yazılar kaleme aldılar. Resmini basarak manşetlerden "Kovun bunları", "Hrant kaşıyor" dediler. Yargılandığı davada saldırılara, hakaretlere uğradı. Mahkeme bilirkişinin yazıda suç unsuru olmadığını belirten bilirkişi raporuna rağmen "Türklüğü aşağılamaktan" mahkum ettiğinde Dink bu ülkeden gitmeyi bile düşündü. Bütün umudu Yargıtay'dı. Ama suçsuz olduğunu savunan Yargıtay üyelerinin bile baskı altına alındığı temyiz sürecinden de sonuç çıkmadı ve cezası 'tescillendi'.

Kurumsal mutabakat

O, davalarla ve saldırılarla cebelleşirken bir yandan cinayet hazırlığı devlet gözetiminde sürüyordu. Trabzon'da polis muhbiri Erhan Tuncel ve McDonalds'a bomba atarak çocukları yaralamaktan hükümlü Yasin Hayal, cinayet için tetikçi arayışındaydı. Aranan tetikçi bulundu ve Dink 19 Ocak 2007'de gazetesinin önünde 16 yaşındaki bir tetikçinin arkadan sıktığı kurşunlarla yaşamını kaybetti. En vahimi öldürülmesini kimse sürpriz olarak karşılamadı. Öyle ki kendisi de son yazısında yaşadığı korkuya karşılık "güvercinlere kimsenin dokunmayacağı" yönündeki saf inanca sığınıyordu.

Gözetim altında cinayet

Cinayetten hemen sonra ortaya çıkan bilgiler Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı'nın, Trabzon ve İstanbul Emniyeti'nin, Trabzon jandarmasının cinayeti önceden bildiğini ancak önlemek için harekete geçmek bir yana adeta cinayete giden yolları açtığını gösteriyordu. Kurumsal bir mutabakat olduğunu ima edecek biçimde hiçbir kurum, suçlanmaktan kurtulmak ve rekabet içinde olduğu diğer kurumları açığa çıkarma pahasına olsa bile cinayeti önleyecek adımı atmamıştı. Yapılan adli ve idari soruşturmalarda sorumlulukları olanlar adlarıyla, sanlarıyla, suçlarıyla ortaya çıkmıştı. Ama bir türlü dönemin kudretlileri hakkında dava açılamıyordu. Cinayette kamu görevlilerinin sorumluluğuna iyaret eden gazetecilerden şanslı olanlar yargılanıyor, biraz daha şanssız olanlar ise tutuklanıyordu. Yargılanan tetikçi ve etrafındaki birkaç genç oldu. Üstelik mahkeme, adaletle ve herkesle dalga geçer gibi cinayette örgüt olmadığını söylüyordu. Bu karar Yargıtay'ca "örgüt var ama terör örgütü değil, adi bir çete" gerekçesiyle bozulduğunda bu dalga geçme hali artık umutları tüketen bir pervasızlığa dönüşüyordu. AİHM hem cinayet öncesinde ifade özgürlüğünü ve yaşam hakkını korumadığı için hem de cinayetten sonra kamu görevlilerini yargı önüne çıkarmadığı için Türkiye'yi mahkum ettiğinde bile hiçbir şey değişmedi. Başbakanlık Teftiş Kurulu, Devlet Denetleme Kurulu, İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin raporlarında ortaya konulan sorumluluklar yok sayılıyordu. İdare ya gerekli soruşturma iznini vermiyor ya da Jandarma Komutanı Ali Öz örneğinde olduğu gibi basit bir "görevi ihmal" suçundan yargılama yapılıyordu. İçişleri, Adalet ve Dışişleri Bakanlığı AİHM kararının baskısıyla bir araya geliyor ancak "Soruşturmada yapacak bir şey kalmamıştır" yazılı tutanak tutmaya dahi cüret edebiliyordu.

Ortaklık bitti, soruşturma açıldı

İşte kurumsal mutabakatlarla işlenen cinayetle ilgili gelişme, o mutabakatın dağılmasıyla yaşanabildi. Cemaat ve hükümetin kavgası, soruşturmayı yıllarca hiçbir işlem yapmadan bekleten savcının bu kavgada aldığı pozisyon nedeniyle başka bir göreve gönderilmesinin ardından yeni gelen savcı eliyle polis müdürlerine yönelik soruşturma açılmasını sağlayabildi. Dönemin kudretli polis müdürleri de tek tek şüpheli sıfatıyla aslında yıllardır herkesin bildiği suçları nedeniyle sorgulandı. Bu soruşturma kapsamında cinayeti önceden bilen iki polis memuru "ihmal suretiyle kasten öldürme" suçundan tutuklandı. Şimdi Dink cinayeti soruşturmasında gerçeğin ortaya çıkarılmasının yolu, soruşturmanın cemaat-hükümet kavgasının bir aracı olmaktan çıkarılarak sorumlulukları olan bütün kamu görevlilerinin hazırlanacak iddianameye alınmasından geçiyor. Ancak, adalet beklentisi bu defa da karşılanmasa dahi, Dink cinayetiyle ortaya çıkan toplumsal irade, bir gün mutlaka cinayetin arkasındakilerin gün yüzüne çıkacağına dair umutları besliyor. Rakel Dink eşinin cenaze töreninde "Kanın sesi adaletle susar" demişti. Agos'un önündeki kanın sesinin susması ve hepimizi saran utancın bir nebze olsun dağılması için adalete ihtiyacımız var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder