5 Nisan 2013 Cuma

O SHP’DEN BU CHP’YE: SHP’NİN KÜRT RAPORU


Birikim dergisinin internet sitesinde yayınlanan yazı:

Kemal GÖKTAŞ

Kürt sorununa demokratik barışçıl çözüm umutlarının arttığı günlerden geçerken genelde solun ve özelde sosyal demokrasisinin bu sorun karşısındaki tutumu tartışma gündemlerinin ilk sırasında yer alıyor. Gelinen aşamada SHP’nin 1990’daki Kürt raporunu değerlendirmek CHP’nin tutumunu anlamak ve taşıdığı potansiyelleri tahlil etmek bakımından önemli olacaktır.
Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin “Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri” başlıklı raporu 15 Mayıs 1990’da Parti Meclisi’nde oybirliği ile kabul edildi. Raporu hazırlayan komisyonun başında dönemin SHP Genel Sekreteri Deniz Baykal vardı. Raporun başlığı, sorunun adını “Doğu ve Güneydoğu Anadolu sorunu” olarak koyuyordu. Ancak rapor içeriğinde soruna birçok yerde “Kürt sorunu” da deniliyordu. Rapor, Kürt kimliğinin kabulü anlamına gelen tespitleri ve önerileri nedeniyle kamuoyunda “Kürt Raporu” olarak anılacaktı.

Rapor, PKK’nın silahlı mücadelesinin etkisinin giderek arttığı bir dönemde hazırlanmış olması nedeniyle önemliydi. PKK’nın 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli baskınları ile başlayan silahlı mücadelesi etkisini giderek arttırmış ve bu silahlı mücadelenin etkileri, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’suna ilişkin resmi ideolojinin argümanlarını zorlamaya başlamıştı. PKK’nın giderek kitle tabanını artıran eylemleri, dönemin iktidar partisi ANAP tarafından önce bir eşkıya hareketi olarak adlandırılmıştı. Dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli, “Miktarı az olmakla beraber, mevzii bazı olaylar meydana gelmekteyse de, henüz, bir tehdit potansiyeli taşımamaktadır[1] diyordu. Ancak 1987’de giderek tırmanan ve 1988 yılı başında artık gücünü göstermeye başlayan PKK eylemleri[2], bu söylemin değiştirilmesini zorunlu kıldı. Bu tarihten sonra üç – beş eşkıya ifadesi tedavülden giderek kalkıyor ve yerini “bölücü terör olayları” söylemine bırakıyordu. Bu dönemde ANAP iktidarı, bu olayları “dış destekli” ve “ideolojik terör hareketi” olarak görüyor ve 12 Eylül öncesinin anarşik ortamına dönüş çabaları olarak değerlendiriyordu. İktidarın bu dönem Kürt illerine yönelik politikası da güvenlik temelli şekilleniyordu. Hükümet, Olağanüstü Hal Kanununun çıkarılması, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği sisteminin kurulması, köy koruculuğu uygulaması, Jandarma Asayiş Bölge Komutanlığının kurulması, özel harekât timlerinin oluşturulması, geçici köy koruculuğu sistemine geçilmesi  ve askeri harcamalara daha çok mali kaynak aktarılması yoluyla gelişen silahlı eylemlerle mücadele etmeye çalışıyordu.[3]
Bu dönemde sansür ve sürgün kararnameleri, işkence, toplu gözaltı ve köy boşaltmalarla Kürt illerinde yoğun bir baskı uygulanması SHP’nin eleştirilerinin temelini oluşturuyordu.
12 Eylül darbe yönetiminin devamı niteliğinde görülen ANAP hükümetinin anti-demokratik uygulamalarını muhalefetinin odağını yerleştiren SHP’nin, bölgedeki olaylara ilişkin yaklaşımı da bu çerçevede belirleniyordu. SHP’nin bu yaklaşımı, Kürt illerinde özellikle kentli aydın çevrelerde kabul görüyor ve buralarda önemli sayılabilecek bir güç oluşturuyordu. Ancak SHP’nin CHP’den devraldığı Kemalist kökleriyle ve 12 Eylül sonrası sol muhalefetin argümanları arasında yaşadığı gerilimin en önemli alanlarından biri de Kürt sorunu idi. Soruna “kalkınma ve demokratikleşme”  ekseninle çözümler öneren SHP’nin, 14–15 Ekim 1989 tarihinde Paris’te yapılan Kürt Konferansına katıldıkları gerekçesiyle 7 Kürt milletvekilini, (Ahmet Türk, Mehmet Ali Eren, Mahmut Alınak, İsmail Hakkı Önal, Kenan Sönmez, Salih Sümer ve İbrahim Aksoy) partiden ihraç etmesi bölgedeki gücünü de sarsıyordu. Bu milletvekillerinin ihracı ile başlayan süreç, o zamana kadar ağırlıklı olarak kendilerini sol partilerde ifade eden Kürt siyaseti/siyasetçilerinin, yükselen Kürt ulusal mücadelesinin de etkisiyle, yoluna kendi partilerinde devam etmesini de zorunlu kıldı. Fehmi Işıklar başkanlığında kurulan Halkın Emek Partisi de bu sürecin ilk partisi olmuştu. SHP, Kürt siyasetçilerin bu ayrılığı ile önemli bir güç olduğu bölgedeki desteğini büyük ölçüde kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. SHP’nin Kürt sorununa ilişkin bir rapor hazırlamasında, bölgede kaybetmeye başladığı gücünü toparlamaya yönelik bir hamle olarak da algılandı. SHP’nin Kürt Raporu, daha sonra birçok siyasi parti, meslek örgütü ve araştırma kuruluşlarının hazırlayacağı raporların da öncüsü konumundaydı.


Hazırlandığı dönemde büyük bir tartışma yaratan raporun üzerinde durulması gereken en önemli yönü “Kürt”lerin ayrı bir etnisite olarak varlığının tanınmasıdır. Raporda bu tanıma şöyle ifade ediliyordu: “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı bölümlerinde yaşayan yurttaşların ağırlıklı bir bölümü etnik açıdan Kürt kökenlidir.”[4]
SHP’nin raporunda Kürtlerin etnik olarak varlığının kabulü çoğulcu bir anlayış temelinde açıklanıyordu. Rapora göre, “Türkiye etnik köken açısından çoğulcu bir yapıya sahiptir. Birbirinden farklı etnik grupların, mezhep anlayışlarının, dil farklılıklarının varlığı inkâr edilmeyecek bir sosyolojik gerçektir.” [5]
Rapor, bu çoğulcu yapının inkârının sorunun çözmeyeceğini belirtirken “tek bir ırkı ön plana çıkaran, çareyi ırksal anlayışta bulan, herhangi bir etnik karakterden ve mezhep anlayışından mucize bekleyen tahlil ideoloji ve politikaların çağdaş olmadığını”[6] da vurgulama ihtiyacı duyuyordu. SHP’nin, birçok konuda olduğu gibi burada da çağdaşlığa yaptığı bu vurgu, Batı Avrupa tipi bir sosyal demokrasiye olan inancını gösteriyordu. [7]
SHP, çoğulcu yapının ulusal bütünlüğün önünde engel olarak görülmesini de eleştirirken bunun, “Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki tarihi gerçeklere, Cumhuriyeti kuran siyasal kadroların sosyolojik tespitlerine ve değerlendirmelerine de aykırı”[8] olduğunu savunuyordu.
SHP’nin raporunda, Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki ve sonraki politikalarla uyuşmamasına rağmen, çoğulculuğun köklerini Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine dayandırma çabası görülüyordu. Rapora göre “Cumhuriyet özünde bir siyasal bilinç Cumhuriyeti olarak kurulmuştur.” [9]
Rapor, Cumhuriyeti kuranların laikliğin yanı sıra “etnik çoğulculuğu” da temel ilke olarak benimsediklerini belirtiyor ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir din, mezhep, ırk ve kafatası Cumhuriyeti olmadığını” ileri sürüyordu. Rapor, resmi ideolojiyle örtüşmeyen bu tespitlerini, Cumhuriyet’in kuruluş dönemine yaptığı atıflarla bertaraf etmeyi hedefliyordu. “Toplumdaki farklılıkların herhangi birisi üzerine devlet politikası oturtulamaz, yüzyıllardır insanlarımız bu ilkel yaklaşımları reddetmişler ve barış içinde bir arada yaşamışlardır” [10]  diyerek geniş bir tarihsel çerçeve ile farklılıkların bir arada oluşunu ele alan rapor, bu ifadenin hemen ardından “Cumhuriyetimizin kurucuları da çağdaş Cumhuriyeti bu farklılıklar üzerine inşa etmişlerdir”[11] deme ihtiyacı duyuyordu. Cumhuriyet’in, “Anadolu’da yaşayan ve değişik etnik kökenden gelen herkesin ortak katkısı ve eşit ağırlığı ile” kurulmuştu ve “Bu zengin mozaik’in unsurlarından birini ya da birkaçını yok sayan anlayış ve politikalar gerçeklere uymaz ve kabul edilemez”di.[12]
Rapora göre toplumsal barışı sağlamak için Cumhuriyet’in iki önemli kavramı vardı. Bunlardan ilki laiklik, ikincisi ise yurttaşlıktır. “Yurttaşlığı hiç kimsenin etnik kökenine, diline, kültürüne bakmadan, onları birey olarak ayırmadan bir arada görmenin siyasal yorum – toplumsal yorumu olarak değerlendirmiş” olan Cumhuriyetin kurucuları, bu nedenle “Etnik ve mezhepsel farklılıkları ayrışma nedeni olarak değil, kaynaşma öğesi olarak değerlendirmişti”. [13]


Raporda yapılan değerlendirmelerde, etnisist temellere dayalı Cumhuriyet’in, dünyadaki gelişmeler ve bölgede yaşanan sorun nedeniyle, dönüştürülmesi de örtük ifadelerle savunuluyordu. Raporu hazırlayanların en önemli referansları da dünyadaki demokratikleşme yönelimiydi: “Dünya hızlı değişmekte, halk eşitliği ilkesine dayalı yeni bütünleşmeler çağımızda toplumları yeni hedefleri olarak ortaya çıkarmaktadır. Bu noktada önemle vurgulanması gereken başka bir husus da, değişik etki yapıların kimliğinin, kültürünün tespitiyle birlikte, o kimliği değişim rüzgârlarının, yeni sentezlerinin sıçramalarının ve bütünleşmelerinin dışında tutma çabalarının, o yapıyı sonsuza taşıyan her oluşumu onun etrafında görme anlayışlarının çağa uygun olmadığının kabul edilmesidir.”[14]
Kürt kimliğinin tanınmasından bir adım ileri giden “halk eşitliği ilkesi”, sorununun o güne kadarki algılanışında da çok önemli bir kopmaya işaret ediyordu. Bu ilkenin ortaya konulması raporu hazırlayanları, etnik kimliklerinin özgürce ifade edildiği, ileri bir toplumsal formasyon kurgusunu savunmalarının da zeminini hazırlıyordu: “Değişik etnik kimliklerin varlığı, değişik kültür ve diller üzerindeki yasağın kaldırılması yanında, çağdaş bir toplum olarak, ortak insani değerle sistemine ulaşılması, değişik alt kültürlerden süreç içerisinde daha yukarı düzeyde ortak bir kültür, siyasal ve sosyal bilincin geliştirilmesi esastır. Bu yapılırken farklılıklarımızı teke indirgeme hedeflenmeyecektir”.[15]


Kürt sorununun başlangıcını, yerleşik muhalif görüşlerin aksine Cumhuriyet’in kuruluşunda aramayan SHP’nin Kürt sorunundaki asli faili, 12 Eylül yönetimidir. Rapora göre “Özellikle 1980 askeri rejiminden sonra Cumhuriyetin temel tespitlerine ve ilkelerine ters düşen politikalar ve uygulamalar sorunların ağırlaşmasına yol açmıştı(r).” Raporda, Türkiye’nin kültür zenginliğini, toplumdaki çeşitliliği farklı ana dillerin varlığını ülke bütünlüğünün önünde bir siyasal engel olarak görmenin yanlış olduğu belirtiliyor ve “Yanlış olmanın yanında Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki tarihi gerçeklere, Cumhuriyeti kuran siyasal kadroların sosyolojik tespitlerine ve değerlendirmelerine de aykırı”[16] olduğu ileri sürülüyordu.
Sorunu bu şekilde Cumhuriyet’in uygulamalarından koparak 12 Eylül dönemi ve sonrasındaki anti-demokratik uygulamalarına indirgeyen rapor, sorunun bölgedeki görünümlerini de “İnsan hakları ihlâlleri, terör ve şiddet olayları, ekonomik gerilik, yoksulluk, yoğun işsizlik, güvensizlik ve kimlik bunalımı”[17] olarak koyuyordu.  
SHP’nin raporundaki bu tespit, altı yıl önce başlamış olan silahlı mücadelenin yarattığı etkileri göstermesi bakımından da önemlidir. Raporda bu durum “Yöredeki koşullar ve yaşanan olaylar, sorunun bir silahlı çatışma ve ona karşı alınan önlemler boyutunu aştığını, bunalımın toplumun derinliğine doğru indiğini göstermektedir. Olağanüstü yaşam koşulları ve yıllardır süren uygulamalar, bölgede yaşayan insanlar için bir kimlik bunalımı doğurmuştur. Bunalım devletin yurttaşına bakışı ile ilgilidir. Yanlış yönetim anlayışının yarattığı tepki sonucu olarak yurttaşlar bir yabancılaşma içine sürüklenmektedir. Yörede ciddi bir güven bunalımı yaşanmaktadır”[18]cümleleriyle ifade edilmiştir.
Raporda bu kimlik bunalımı, yine 12 Eylül dönemindeki sıkıyönetim koşulları ve sonrasında uygulanan olağanüstü hal uygulamaları ile bağlantılandırıyordu. Raporda, Kürt sorunun en önemli nedenlerinden biri olarak 12 Eylül döneminde yürürlüğe konulan 2982 sayılı Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun (1983) gösterilmektedir. SHP bu yasayla getirilen ana dilini konuşma, yazma ve iletişim yasağını “totaliter yönetimlerde bile örneğine az rastlanan, tek parti döneminin ayaklanma koşullarında bile uygulanmamış, faşizm rüzgârlarının estiği 1930’larda bile düşünülmemiş ilkel politikaların bir ürünü” olarak görüyordu. Rapora göre “insanlığa karşı suç” olan ana dil yasağı “etnik amaca dönük bir asimilasyon” aracı olarak düzenlenmişti. Ana dil yasağı, bu yöredeki yurttaşların kendilerini “sistemden dışlanmış görmesine, yabancılaşma sürecini hızlandırarak kimliğini aramaya dönük derin bir bunalıma” [19]sürüklemekteydi.
12 Eylül döneminin getirdiği baskıcı uygulamaların bölgedeki etkisine vurgu yapılan raporda Olağanüstü Hal Yasası’yla herhangi bir yargı kararı alınmadan, valilerce kullanılan haberleşme araçlarına el koyma, sokağa çıkma yasağı ilan etme, kişilerin dolaşma ve toplanmalarını yasaklama, üst ve araçlarını arama, gazete, dergi kitap vb.lerine el koyma, söz, yazı, resim, plak ses ve görüntü bantlarını yasaklama, bazı kişilerin bölgeye girişini yasaklama yetkilerinin gündelik yaşamı güçleştirdiği belirtiliyordu. Raporda ayrıca, kamu makamlarına bölgeye sakıncalı bulunan yayınları sokmama (sansür), sakıncalı bulunan kişileri bölge dışına çıkarma (sürgün) ve yargı yetkisine müdahale niteliğindeki kararnamelerin Meclis devre dışı bırakılarak uygulanması eleştiriliyordu.
Keyfi ve uzun gözaltılar, işkence, köy koruculuğu, köylerin boşaltılması gibi uygulamaların “devlet terörüne”[20] dönüştüğü ve bölge insanını devletten uzaklaştırdığı belirtiliyordu.
Koruculuk sisteminin eleştirildiği raporda, bu uygulamanın bölgedeki aşiret yapılarını devlet eliyle ayakta kalmasını sağladığı savunuluyordu. Köy korucularının, yöredeki insanları devletten yana olan-olmayan şeklinde bir ayrıma tabi tuttuğunu ve kuşku ve güvensizliklerin artmasına neden olduğu belirtiliyordu. [21]
Raporda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki “ekonomik ve toplumsal sorunlara” da geniş bir yer ayrılmıştı. Kapsamlı istatistiklerin verildiği raporda bölgeler arası gelişmişlik farkına dikkat çekiliyordu.  Gayri Safi Yurt içi Hasıla bakımından bölgenin diğer bölgelerle farkı vurgulanan raporda, “1979 yılında Marmara ve Ege Bölgesi’ndeki kişi başına gelir Doğu ve Güneydoğudaki kişi başına gelirin 2.9 katı iken, 1986 yılında bu, 3.4 katına çıkmıştır[22]” deniliyordu. Toprak dağılımındaki adaletsizliğin bölgede feodal ilişkilerin ne derece güçlü olduğuna gösterdiğine değinilen raporda, sağlık hizmetleri, eğitim, yatırımlar, işsizlik, elektrik tüketimi gibi pek çok gelişmişlik göstergesi açısından bölgenin Türkiye geneline göre en altta olduğunu gösteren istatistiklere yer veriliyordu.


SHP raporunda “üniter devlet yapısı ve ulusal bütünlük” içinde bir çözüm demeti sunuluyordu. Rapor, sorunun çözümü için adımlar atılmasını “lütuf, özveri” gibi gösterilmesine karşı çıkıyor ve SHP’nin “Ana dil yasağı ile ilgili düzenlemeyi “taviz”, “zamanlama”, “teslimiyet” mantıkları ile kaldırmayı reddeden düşünceye kesinlikle karşı olduğunu”[23] belirtiyordu.
Demokrasinin ayak bağı değil, sorunların çözümünde en sağlam dayanak olduğu belirtilen raporda “Yanlış politikaların ve şiddete dayalı uygulamaların yol açtığı haksızlıklar, şöven ve baskıcı yaklaşımların”[24]yarattığı umutsuzluğun ülke bütünlüğü için tehlikeli olduğu ifade ediliyordu. Rapordaki “Bu umutsuzluğa ve inançsızlığa dayalı politikaların bazı siyaset çevrelerinde ortaya çıkması ve bunu silahlı eyleme dönüştürme girişimleri önemli bir yanılgıdır. Bu politika ve girişimlerin yöreye, yöre halkına ve ülkeye yarar getirmeyeceği açıktır”[25] ifadesi ise dikkat çekiciydi. Burada o dönem egemen olan “dış destekli terör” söyleminden önemli farkı olan bir bakış kendini göstermektedir. Silahlı eylemlerin (terörün), baskı ortamının ve yanlış politikaların yarattığı umutsuzluğun bir sonucu olarak gösterilmesi önemli bir farklılıktır.
Raporda, çözüm önerileri sunulurken reformcu bir dil kullanıldığı görülüyordu. “…dar, sığ, geçmişin olumsuz değerlerine sahip anlayışların” terk edilmesi ve “etnik ayrımcılık amacına dönük düzenlemelere, ideolojilere karşı durarak, ortak insanlığa giden yolun bulunması”[26]savunuluyordu.
Raporda, yurttaşlık kavramının ön plana çıkarılması gerektiği savunulmakta ve bu kavramın “Cumhuriyetin bireylerinin bir arada yaşamasını anlamlı kılan ona içerik ve zenginlik katan siyasal bir kimlik kavramı” olduğu ifade edilmekteydi. Raporda genel demokratik yapılanma içinde yurttaşların etnik kimliklerini ortaya koyma gereğini duymayacağı, değişim ihtiyacının, herhangi birinin diğerine benzetilmesi olarak algılanmayacağı bir ortak amaç edinilmesi gerektiği belirtiliyor ve “Yurttaşlar olarak kendimizi aşarak, ortak kültürü gelişmeye yönelmeliyiz”deniliyordu. [27]
Raporda, bu tespitlerle birlikte, “yaşanılan sıkıntının kaynağının etnik köken farklılığından kaynaklanmadığı” savunulurken buna dayanak olarak bölge dışına göç eden vatandaşların ırkçı bir tepki görmemeleri ve göç edenlerin yaşayış biçimleri gösteriliyordu. Rapor, yaşanan sancının en önemli nedeni olarak “bölgenin geri kalmışlığı” ve “terör eylemleriyle mücadele edilirken uygulanan yöntemler”[28] gösteriliyordu.
SHP, sorunun çözümü için ekonomik ve sosyal önlemler için uygulanacak olan özel bölgesel kalkınma planlamasının yanı sıra “Demokratikleşme Politikaları Demeti” öne sürüyordu: “Ortaya koyduğumuz yeni anlayış çerçevesinde ulusal eğitim sistemimiz, kültür politikamız düzenlenecek, toplumda güveni, sevgiyi, hoşgörüyü, üretkenliği, bütün ortak insani değerleri ön planda tutan anlayışı, bu alandaki temel politikaları oluşturacaktır.”[29]
Demokratikleşme paketinin en önemli  amacı  yöre halkı üzerindeki baskının ortadan kaldırılmasıydı. Anayasa ve yasalarda değişiklikler yapılması, sorgulama, yargılama ve ilgili diğer yöntemlerle ilgili bir reform paketinin hazırlanması, ülke bütünlüğünden ayrı bir yönetim anlayışına gerek duyulduğu izlenimini verdiği için Bölge Valiliği uygulamasına son verilmesi, idarenin yargıya müdahalesi, sansür, sürgün, zorla yerleşim yerlerinin boşaltılması, işkence, toplu sorgulama uygulamalarına son verilmesi yapılacağı vaat edilen reformlardan bazılarıydı.
Halkın, etnik ayrıcalığa dayalı silahlı mücadelenin içinde yer almamasının terörü önlemede en önemli dayanak olduğu belirtilen raporda, devletin halkla barışmasını sağlayacak tedbirlerin alınmasıyla sorunun çözüleceği savunuluyordu.
Raporda, Kürtlerin varlıklarının inkâr edilmesine son verilmesi de “Kürt kimliğini kabul ederek kendine Kürt kökenliyim diyen yurttaşlara, bu kişiliklerine hayatın her alanında istedikleri gibi ve özgürce belirtme hakkına sahip olmaları olanağı sağlanacaktır”[30] ifadesiyle talep ediliyordu.
Raporun Kürt kimliğinin tanınması yönündeki en önemli önerisi ise ana dil yasağının kaldırılması idi. Anadil yasağı ile ilgili her türlü yasal düzenlemenin yürürlükten kaldırılacağı belirtilen raporda, “yurttaşların anadillerinde serbestçe konuşabilmeleri, yazabilmeleri, öğretebilmeleri, bu dillerde değişik kültür etkinliğinde bulunmaları güvence altına alınacağı ve yayın yapılması olanağı sağlanacağı”[31] belirtiliyordu. Bu amaçla devlet eliyle araştırma birimleri ve enstitüler kurulacağı vaat ediliyordu. Türkçe’nin devletin resmi dili ve eğitim dili olarak kalacağı ve “Türkçenin tüm yurttaşlara öğretilmesi için gerekli önlemlerin alınacağı ve uygulanacağı”[32] ise ayrıca belirtilmek ihtiyacı duyuluyordu.
Rapor, o yıllarda büyük yasaklarla karşılaşan Newroz bayramı kutlamalarının da serbestçe kullanılması gerektiğini savunuyordu: “Farklı kültürlere saygının bir gereği olarak, toplumsal ilişkilerde değişik kültür karakterlerinin, folklörün ve geleneklerin, özel günlerin kullanımına ve kutlanmasına dönük yasaklayıcı anlayışlara son verilecektir.” [33]
Rapora göre bölgenin kalkınmasının sağlanması (sanayileşmesi) ve feodal yapının kaldırılması demokrasinin geliştirilmesinin önemli bir yoluydu. Raporu hazırlayanlar bu nedenle “her türlü siyasi uygulamalarda aşiret yapılarını korumaya dönük, feodal yapıyı güçlendirmeye dönük girişimlerden kaçınılacağı, özel bölgesel kalkınma planları ile uyumlu ve aşamalı olarak öncelikle GAP bölgesinden başlanarak uygulanacak toprak reformu ile toprak dağılımındaki çarpıklığın giderileceğini”  söylüyorlardı.
Önemli olanın bölgede terör eylemlerinin olmasının değil, buna zemin hazırlayan koşullar olduğu belirtilen raporda, güvenlik önlemlerine ise çok kısa bir bölüm ayrılıyordu. Bu bölümde, Güvenlik Örgütlenmesinde yapılacak değişiklikler, köy koruculuğunun kaldırılması, sınır güvenliğinin sağlanması ve dağınık yerleşim yerlerinin bir araya getirilmesi gibi önlemlerin yanı sıra, halk desteğinin sağlanması ve ve PKK’nın uluslararası planda destek görmemesine dönük çalışma yapılması sıralanıyordu.
“Terör eylemlerinin”, arkasındaki dış desteklerden kaynaklandığı, etnik, toplumsal, siyasi herhangi bir sıkıntıdan kaynaklanmadığı yönündeki resmi anlatıya karşılık, şiddetin[34]  anti-demokratik uygulamalardan kaynaklandığına ilişkin anlayış hâkimdi: “Silahlı eylem tek başına önemli bir tehdit değildir ve etkinliği sınırlıdır. Önemli olan silahlı eyleme karşı, “en kısa zamanda sıfırlayacağız”, “kökünü kazıyacağız”, “bu Devlete meydan okumadır, imha edeceğim” iddialarının halka yönelik olarak zorunlu kıldığı olumsuz ve hatalı uygulamalardır. Bu uygulamalarla eğer bir kısım yurttaş eylemlere sempati duymaya başlıyorsa, silahlı eylem amacına ulaşmış, devlet de tuzağa düşmüş demektir. Oysa Devlet, “terör tuzağına” düşmemenin yollarını bulmalıdır.”[35] Raporda bu yüzden “terör”ün dış desteğine sadece uluslararası alanda diplomatik yollarla komşu ülkelerin örgüte üs sağlamasının engellenmesi bağlamında değiniliyordu.

TEPKİLER

         Raporun SHP Parti Meclisi’nce kabulünden bir gün sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal,  Kürtçe konuşmayı yasaklayan kanunun kaldırılabileceğini, ancak resmi dilin Türkçe olduğunu, Güneydoğu'da devlete karşı bir ayaklanma hareketi olduğunu, kararnamelerin buna yönelik olduğunu ve genel olarak basın üzerinde bir tatbikat olmadığını söyledi. Aynı gün, Başbakan Yıldırım Akbulut ise raporu eleştirerek, "Bu bölgede hiçbir şey yapılmıyormuş gibi bir tablonun çizilmesi ülkeye bir şey kazandırmayacaktır" dedi. Akbulut, ilerleyen günlerde, SHP'nin raporunu bölgeciliğin istismarı olarak değerlendirdi ve bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin Türk olduğunu, Kürt olmadığını söyledi. Bu sözlerine yönelik tepkiler üzerine ise Akbulut sözlerin yanlış yansıtıldığını iddia etti ve Kürtçenin Türk olmaya engel olmadığını belirterek, "Ben Türk değilim diyenlere ne yapılması gerektiğini millete bırakıyorum." dedi. [36]
         Rapora Cumhurbaşkanı ve Başbakan kadar hızlı yanıt veren bir başka kurum ise Devlet Güvenlik Mahkemesi  (DGM) Başsavcılığı oldu. Ankara DGM Başsavcılığı, rapor hakkında hemen soruşturma açtı.  Bu soruşturma daha sonra takipsizlik kararı ile sonuçlansa da soruşturmanın açılmış olması bile başlı başına rapordaki görüşlere yönelik devlet refleksini göstermesi bakımından önemlidir.
Raporda yer alan “ana dil yasağının kaldırılması” önerisi, raporun yayınlanmasından dokuz ay sonra çıkarılan Terörle Mücadele Yasası ile gerçekleşti. Ancak bu yasağın kalkması, rapordan bir buçuk yıl sonra koalisyon ortağı olarak iktidara gelen SHP döneminde rapordaki demokratikleşme vaadine rağmen aksi yönde gelişmiş ve DYP-SHP hükümeti dönemi Kürt sorununda devletin en “şahin” olduğu dönem olmuştur.

RAPORUN İDEOLOJİSİ

SHP’nin raporunun en önemli tespiti Kürt kimliğinin tanınmasıydı. Bu resmi ideolojinin Kürtlere yönelik politikasının dışında bir söylemdi ve bu tanıma, devletin resmi Kürt söylemine tamamen aykırıydı. Yeğen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş yıllarından itibaren Kürt sorunu ile ilgili söylemini “inkar” üzerine kurduğunu belirtmektedir. “Kürt meselesine ilişkin cumhuriyet dönemi devlet söyleminin izlenebildiği metinlerin düz bir okuması, devletin Kürt meselesini tanımadığını gösterir. Değinilen metinler, neredeyse 70 yıl boyunca ve istikrarlı bir biçimde, Kürtlerin etnik bir unsur olmaya dayalı mevcudiyetini inkâr etmişlerdir. Diğer bir deyişle, cumhuriyet dönemi devlet söyleminin ortaya çıkardığı metinler açısından, Anadolu topraklarında kavmi mevcudiyeti tanınabilecek bir unsur olarak Kürt yoktur. Kürtlerin kavmi mevcudiyetini tanımakta beis görmeyen Osmanlı devlet söylemi ile karşılaştırıldığında, Kürt meselesine ilişkin cumhuriyet dönemi devlet söyleminin ‘kategorik inkâr söylemi’ olarak tanınması mümkündür. ” [37]
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyıllık tarihinde giriştiği modernleşme çabalarını, bir kopuşla gerçekleştirme pratiğine giren Cumhuriyet kadroları, Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürtlerin varlığını inkâr etmiyordu. Ancak Cumhuriyet’in bir milli devlet olarak tasavvuru, Kürtlerin de Türkleştirilmesi hedefini öne çıkardı.
Türk milliyetçiliğinin “asimilasyonculuk ve ırkçılık ikilemine değinen Bora, Kürtlere yönelik asimilasyoncu politikanın öne çıkmasını şöyle anlatmaktadır: “Bir dizi isyan üzerine esasen bir asayiş ve milli güvenlik sorunu olarak ele alınan Kürt meselesinde, milli kimlik açısından benimsenen politika Kürtleri ‘Türk harsı’na soğurmaya çalışmaktır. Bu yapılırken de, Kürtlerin ‘aslen’ Türk oldukları tezinin temeli atılmıştır. Milli kimliğin ‘hars’ boyutu yanında soy boyutunu da içeren bir ‘asıl’ etrafında tanımlanışının belirginleştiği bir politikadır bu. Bütün kavimlerin kendisinden neşet ettiği bir kök ve ‘asıl’ olarak Türklük tasavvurunun, Güneş-Dil Teorisi’nde bütün insanlığı kapsayan devasa iddialarına terk ettikten sonra mikro ölçekte Kürtlere ‘tatbik edildiğini’ söyleyebiliriz!” [38]
Kürtlerin asimilasyonu için iskan yasaları ile zorla göç ettirme, yatılı bölge okullarını Kürt illerinde yaygınlaştırarak Türkçe öğretilmesi, o illerde görevlendirilen memurların Kürt olmamasına özen gösterme, Kürt kelimesini hiçbir metinde kullanmama ve kullanılmasına da izin vermeme, Kürtlerin Türk olduğu yönündeki resmi propaganda  gibi uygulamalar devreye sokuldu. [39]
Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu asimilasyon politikaları ile ırkçı yönelimlerin kamu idaresinde yarattığı çelişkiye en iyi örneklerden biri Celal Bayar’ın hazırladığı Şark Raporu’nda verilmektedir: “Kendilerine, yabancı bir unsur oldukları resmi ağızlardan da ifade edildiği takdirde, bizim için elde edilecek netice, bir tepkiden ibaret olabilir. Bugün, Kürt diye, bir kısım vatandaşlar okutturulmamak ve devlet işlerine karıştırılmamak isteniyor. Ve daha doğrusu bu kısım vatandaşlar hakkında ne gibi bir sistem takip edileceği idare memurlarınca açık olarak bilinmiyor. Bunu bir sisteme bağlayarak, kendilerine açık talimat verilmesini, çok yerinde ve faydalı bir tedbir olarak görmekteyim.” [40]
Asimilasyon, Türk devletinin Kürtlere yönelik politikasında bir hedefti. Ancak, asimilasyon politikası tek belirleyen değildi: “Türkçe’den başka bir dil konuşan” topluluklar diye, millet-öncesi bir ‘ham oluşum’ olarak tanımlanan Kürtler; rahatlıkla Türk yapılabilecek ama bu yapılmazsa gayri Türk hatta “düşman” bir kimlik inşasına yem olabilecek bir tabula rasa gibi telakki edilir.” [41]
            Yeğen’e göre, devlet Kürt sorununu, geçmişe özlem olarak “irtica”, modernlik-öncesine ait toplumsallıkların direnci olarak “aşiret direnci ya da eşkıyalık”, yabancı devletlerin tezgâhı olarak “ecnebi kışkırtması” ve iktisadi bütünleşme sorunu olarak “bölgesel geri kalmışlık” meselesi olarak algılıyordu. Bu algılama, dönemsel olarak farklılıklar göstermiştir. Örneğin sorunun bir bölgesel geri kalmışlık olarak tarifi daha çok 1960’lardan sonra olmuştu. Yeğen, muhalif görüşlere egemen olan devlet söyleminde Kürtleri inkar etmesi ve sorunu etnik (Kürdi) içeriğinden kopararak ifade etmesi, bir çarpıtma, ideolojik bir yönelim değil, devletin bunu gerçekten sözü edilen biçimlerde algılamasına dayandığını savunmaktadır. [42]
SHP’nin Kürt raporunda devlet söyleminin izleri kuşkusuz vardır. Bunların başında sorunu büyük ölçüde “geri kalmışlık” üzerinden tarif etmesi gelmektedir.
“Bölgedeki demokrasinin gelişmesinin bir diğer yolu feodal yapının sanayileşme ile birlikte kaldırılmasıdır. Bu amaçla her türlü siyasi uygulamalarda aşiret yapılarını korumaya dönük, feodal yapıyı güçlendirmeye dönük girişimlerden kaçınılacak, özel bölgesel kalkınma planları ile uyumlu ve aşamalı olarak öncelikle GAP bölgesinden başlanarak uygulanacak toprak reformu ile toprak dağılımındaki çarpıklık giderilecektir.”
Ancak bu belirleme tek başına raporun devlet söylemi paralelinde olduğu tespitine götürmemelidir. Kürt etnik kimliğinin kabul edilmesi, sorunun demokrasinin geliştirilmesi ile çözüleceği, ana dil yasağının kaldırılması gibi önerileri raporun devlet söyleminden farklı yönlerine işaret etmektedir.


[1] Akt. Burak Ülman, “Doksanlarda Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Anlayısı: Bölücülük Tehdidi”,  http://www.sbu.yildiz.edu.tr/Burakyayinlar/makale2.htm
[2] Raporda, resmi açıklamalara göre 1984 yılından raporun kabul edildiği tarihe kadar “ayrılıkçı terör örgütlerinin eylemleri” nedeniyle 615’i güvenlik görevlileri, köy korucuları ve vatandaş; 630’u terörist olarak belirlenen toplam 1245 kişinin hayatını kaybettiği belirtiliyordu. (Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri, Sosyal Demokrat Halkçı Parti Merkez Yürütme Kurulu, Temmuz 1990, Ankara, s. 7)
[3] Ülman, agy
[4] Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri, Sosyal Demokrat Halkçı Parti Merkez Yürütme Kurulu, Temmuz 1990, Ankara, s. 28
[5] SHP Raporu, s. 29
[6] SHP Raporu, s. 30
[7] SHP, Kürt sorunu başta olmak üzere ülkenin birçok sorununun çözümü konusunda Avrupa’yı adres gösteriyordu: “Çağdaş Avrupa Toplumunun bir parçası olarak sorunlarımızın demokrasi içinde aşılabileceğine inanıyoruz.” SHP Raporu, s. 33
[8] SHP Raporu, s. 29
[9] SHP Raporu, s. 29
[10] SHP Raporu, s. 31-32
[11] SHP Raporu, s. 32
[12] SHP Raporu, s. 29
[13] SHP Raporu, s. 32
[14] SHP Raporu, s. 44
[15] SHP Raporu, s. 44
[16] SHP Raporu, s. 29
[17] SHP Raporu, s. 1
[18] SHP Raporu, s. 7
[19] SHP Raporu, s. 10
[20] SHP Raporu, s. 13
[21] SHP Raporu, s. 13
[22] SHP Raporu, s. 17
[23] SHP Raporu, s. 30
[24] SHP Raporu, s. 30
[25] SHP Raporu, s. 31
[26] SHP Raporu, s. 33
[27] SHP Raporu, s. 33
[28] SHP Raporu, s. 40
[29] SHP Raporu, s. 44
[30] SHP Raporu, s. 43
[31] SHP Raporu, s. 43
[32] SHP Raporu, s. 44
[33] SHP Raporu, s. 39
[34] Raporda PKK için “terör örgütü”, “ayrılıkçı terör örgütü” tanımlamaları kullanılırken bölgedeki olaylar genel olarak “şiddet”, “silahlı eylem” ifadeleri tercih ediliyordu.
[35] SHP Raporu, 1991, s. 41
[37] Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İletişim Yayınları, İstanbul 2006, s. 110–111
[38] Tanıl Bora, “Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık”, Birikim Yayınları, İstanbul 2008, s. 37
[39] Asimilasyona yönelik uygulamalar konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail Beşikçi, Bilim-Resmi İdeoloji, Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu, Yurt Kitap Yayın, Ankara 1991
[40] Celal Bayar, Şark Raporu Cumhuriyet'in Gözüyle Kürt Meselesi-1, Kaynak Yayınları, İstanbul 2006, s. 63
[41] Bora, age, s. 37
[42] Yeğen, age, s. 216

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder