4 Şubat 2011 Cuma

DİNK CİNAYETİ, LİBERALLER, SOLCULAR

KEMAL GÖKTAŞ

BDP milletvekili Akın Birdal’ın hükümetin insan hakları ihlallerini sıralayarak başladığı, liberalleri eleştirerek devam ettiği konuşmasına, Hrant Dink’in arkadaşlarına yönelik “Yetmez ama evet diye diye Hrant’ı öldürdüler’ diye devam etmesi – haklı olarak – büyük bir infial uyandırdı.
Neyse ki Birdal’ın özür dileyen açıklamasıyla bu tepkiler biraz yatıştı. Ama insan hakları mücadelesinin bu saygın ismini, haksız bir suçlamaya vardıracak kadar infiale götüren nedenler üzerinde de düşünmek gerekiyor.
Aslında, Birdal’ın incitici sözleri Dink cinayetine ilişkin alttan altta süren önemli bir tartışmanın hemen ardından geldi. Dink cinayetinin aydınlatılmasını isteyen bazı liberal kalemlerin, hükümetin cinayetteki sorumluluğunu ortaya koymak ve hükümeti bu konuda zorlamak için yeterince çaba sarf etmedikleri biçiminde, biraz da naifçe, ifade edilen bir görüş var. Bunun karşısında da ulusalcıların, Dink cinayetinde Ergenekon sanıklarının ve bazı jandarma görevlilerinin sorumluluğunu göz ardı ederek sorumluluğu tamamen bazı polislere ve hükümete yıkmaya çalıştıkları itirazı yöneltiliyor.

"SARAY MUTABAKATI"

Hrant Dink cinayeti medyanın hedef göstermesiyle, Ergenekon sanıklarının kışkırttığı bir ortamda, polisin ve jandarmanın bilgisi dahilinde işlendi. Cinayette devletin rolü artık tartışma dışıdır. Buna karşın devlet görevlilerinin yargılanması hükümetin kararlarıyla engellendi. Gerçek azmettiricilere ulaşmak artık çok yakın bir ihtimal iken hükümet gerekli siyasi iradeyi ortaya koymadığı için bu yakın sona bir türlü ulaşılamıyor. Bunda bir tür ‘saray mutabakatının’ etkili olduğunu düşünüyorum.
(Zaman gazetesi yazarı ve Fethullah Gülen tarikatının gayri-resmi sözcülerinden Hüseyin Gülerce’nin “Hükümete hüsnüzannımı (iyi niyet) Dink davasında yitirdim” şeklindeki sözlerinin de (Funda Tosun’un söyleşisi, Agos, 28 Ocak 2011, s. 5) bu mutabakata olan tepkiyle söylendiğini düşünülebilir.)
Dink cinayetine ilişkin “fail”in bu kolektif kimliği ortada olmasına rağmen, cinayete ilişkin yapılan yorumlarda genel olarak çubuğun hep bir tarafa doğru büküldüğü görülüyor. Bu esasında, siyasal pozisyonların getirdiği doğal bir durum. Ama iş cinayeti aydınlatma çabası gösterdiğini iddia eden gazetecilere geldiğinde, etik bir problem ortaya çıkıyor. Bazı gazeteciler, cinayette sorumluluğu olan bir grubu merceğine alırken diğer bir grubu (İstanbul polisini, Emniyet İstihbarat Dairesini, jandarmayı, askeri) aklamaya yönelik haberler yaptılar, kitaplar yazdılar. (Başlangıçta İstanbul Emniyeti’nin sorumluluğuna ilişkin bulgulara ‘savunmacı’ yaklaşarak Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanlığı’nın sorumluluğunu öne çıkaran Nedim Şener’in, cinayeti araştırdıkça daha objektif bir noktaya doğru geldiği, son kitabında İstanbul Emniyeti’nin sorumluluğunu ortaya koyan bazı belgeleri gün ışığına çıkardığını görüyoruz. Ancak bu durum, söylemin bütünselliği içinde değerlendirilmeye muhtaç olarak duruyor.)
Devletin kurumları arasındaki çatışma sonucu ortaya çıkan bilgilerin, cinayeti çözmeye yardımcı olacağı yönünde iyimser bir yaklaşım var. Bu düşüncenin haklı bir tarafı yok değil. Ama buradan kaynaklanan bilgilerin birçoğunun manipülatif olma olasılığı karşısında bunlara ihtiyatlı yaklaşmakta fayda var.
Ulusalcıların bu cinayeti tamamen polisin ve hükümetin üzerine yıkmaya yönelik çabalarında anlaşılmayacak bir durum yok. Kaldı ki Adliye önlerinde, köşe yazılarında Dink’e yönelik aşağılık saldırılarda bulunanların savunucularının dertlerinin bu Dink cinayetinin aydınlatılması olmadığı da çok açık.
Ancak Dink cinayeti davasının takipçileri arasında (Hrant Dink’in arkadaşları grubunu kastetmiyorum) beliren benzer türde bir yaklaşımın üzerinde durulması gerekiyor. Ve en önemlisi cinayette polisin sorumluluğunu işaret edenlere, hükümeti eleştirenlere, hatta haberlerinin ucu hükümete dokunanlara yönelik fütursuzluğu da göstermek şart.

AİHM SAVUNMASI VE VİCDAN TUTULMASI

Hükümetin utanç belgesi olan AİHM savunmasını yazdığımda, Dink cinayeti davasını yakından takip eden isimlerden olan Ali Bayramoğlu "10 aydır Dink dosyasında duran AİHM'deki devlet savunması, nedense en kritik zamanda dosyadan çıkarılıyor ve basına veriliyor. Bu yolla hükümet, Dink cinayetinde tekrar hedefe konmaya çalışılıyor" diye yazabildi. Savunmayı onca zaman kamuoyunun bilgisinden kaçırmayı deneyenlerin sorgulanması yerine, hükümetin zor durumda kalmaması için haber yapılmaması gerektiğinin savunulması, bir tür akıl ve vicdan tutulması değilse, Dink davası söz konusu olduğunda bile vazgeçilemeyen bir tarafgirliğe işaret ediyordu ne yazık ki...
(Bayramoğlu daha sonra telefonda sözlü olarak benden 'haberi ilk yazanın sen olduğunu bilmiyordum' diyerek özür diledi. Ama bu özrünü ne yazık ki, bana söylediğinin aksine, yazıya dökmedi. Yazıyla işlenen kusurun yazıyla geri alınması gerektiğine inandığım için, bana telefonda söylediği özrün elbette bir anlamı olduğunu da not ederek, kayda geçmesi amacıyla yazıyorum.)
Benzeri görüşleri ima edenler de, haberden sonra ‘AİHM sürecinin zarar göreceğini’ söyleyerek haberin devamını engellemeye çalışan bazı ‘Dink davası takipçileri’ de özeleştiri vermedi.

SOL DÜŞMANLIĞINA VESİLE

Türkiye’de sol önemli bir birikime ve çeşitliliğe sahipken, Dink cinayetine ilişkin en önemli tepki sosyalistlerden gelmişken, Osman Can’ın Agos’taki söyleşisinde “Solun Dink davasını sahiplenmesini bekleyemeyiz” diyebilmesi üzerinde de düşünmek gerekir. Solun bütün tonlarını, solculukla ilgisi olmayan ulusalcılıkla damgalayarak aynı torbaya koymak, başta kendisini “solcu” diye tanımlayan Dink’e haksızlık olsa gerek. Üstelik 'solun' bu davaya ilişkin desteğini görmemek için de siyasi kör olmak lazım. Sola karşı dili bu kadar sivri olan Can, aynı söyleşide, hükümetin bu davaya ilişkin bütün günahlarını basit gerekçelerle (AK Parti içindeki kanatlar!) temize çıkartırken ise oldukça ‘naif’ görünüyor.
Meselemiz, bu cinayetin gerçek faillerinin bulunmasıysa, bu uğraşın hedefinde, Dink cinayetinde sorumluluğu olan herkes, polis, asker, istihbaratçı, yani kısaca devlet olmalıdır. Ancak bu uğraşın önemli önceliklerinden biri de, cinayeti aydınlatabilecek araçları elinde bulunduran yegane güç olan hükümeti, bunu yapmaya mecbur bırakmak olmalıdır. ‘Saray mutabakatı’ ancak böyle bozulur.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder