18 Ocak 2013 Cuma
Hrant'tan Diyarbakır'a "Kanın sesi" *
Kemal Göktaş
Yıldırım Türker, Hrant Dink öldürüldükten sonra kaleme aldığı “Hrant’tan sonra heves” yazısında cinayetle birlikte hayata karşı hevesini nasıl yitirdiğini anlatıyordu. “Hrant’la derin bir samimiyetim de yoktu” diyordu Türker. Hrantsız bir hayatın neden yaşlandırdığını ise şöyle ifade ediyordu: “Hrant siyasi olarak yalnızca hakları rahatlıkla gasp edilebilen, ayrımcılığın bin bir çeşidine maruz kalan Ermenileri temsil etmiyordu. Öyle olsaydı bütün mutsuzların, bütün itirazı olanların, bütün hak hukuk peşinde koşturanların ufkunda böylesine güçlü bir ışık olarak varolmazdı. Hrant, bizatihi bir öneriydi. Bir hayat önerisi. Dayanışmanın, adil paylaşımın, kardeşliğin, coşkunun, şefkatin, karşılıklı anlayarak, hissederek varılan barışın temsilcisiydi.”
Paris’te öldürülen 3 Kürt kadının Diyarbakır’daki cenaze töreninde, bu yazı düştü aklıma. Hrant Dink’in cenazesinde yüzbinler “Hepimiz Hrant’ız”, “Hepimiz Ermeniyiz” yazılı lolipop adı verilen dövizlerle yürüyordu. Diyarbakırlıların taşıdığı siyah zeminli lolipoplarda ise “Hepimiz Sakine’yiz”, “Hepimiz Leyla’yız” ve “Hepimiz Fidan’ız” yazıyordu. Cenazelerin hastaneden alınıp törenin yapılacağı alana getirilirken tek tük cılız sloganların dışında pek bir slogan da atılmamıştı. Bu haliyle, Diyarbakırlının yürüyüşü, Hrant Dink’in cenazesinde yüzbinlerin “acı dağılmasın diye yas tutmadan, ağlamadan” yaptıkları yürüyüşe benziyordu. Belli ki, Diyarbakır, Dink’ten ve Dink’in dostlarından ilham almıştı.
İşte tam da bu nedenlerle, Hrant Dink’in öldürülmesinden önce ve sonra yaşananları, onun neden hedef alındığını ortaya koymak, katilleriyle hesaplaşmanın sağlanması için çalışmak, geleceğimizdeki “adil ve onurlu bir barış özlemini” ortaya koyuyor.
Neden hedef seçildi?
Dink için hedef haline gelmenin başlangıç noktasını Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğu iddiasını gazetesinde haberleştirmesi olmuştu. Dink adı, bu habere egemen medyada yer verilmesi ve ardından Genelkurmay Başkanlığı’nın, açıklama yaparak bu tür bir tartışmanın “tehlikelerine” dikkat çekmesi ile başlayan süreçte, yazdığı yazılar, söylediği sözler ve özgün tutumuyla öne çıkmıştı. Özellikle Ermeni soykırımı tartışmalarının da aynı dönemde yoğun olarak iç ve dış politikada önemli bir yer tutmasının da etkisiyle, medyanın projeksiyonunu sürekli üzerine tuttuğu isimlerden biri oldu. Ancak, Dink’e yönelik bu ‘ilgi’nin temelinde, Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı açıklamayla yaratılan havanın büyük etkisi vardı. Açıklama, askerin kamusal alanda yürütülen bir tartışmaya müdahalesi niteliğindeydi ve bundan sonra Dink’le ilgili yapılan her türlü haber ve yorumda bu açıklamanın gölgesi oldu. Gökçen haberinden sonra yazıları tarandı, istismar edilecek bir yazı bulundu ve tarihe geçecek bir ‘düşman ceza hukuku’ pratiğiyle, Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesinden (sonra 301. madde oldu) “Türklüğü aşağıladığı” iddiasıyla dava açıldı. Bilirkişi raporlarında, Dink’in afişe edilen cümlesiyle, Türklüğü aşağılama kastının olmadığı, aksine Ermenileri eleştirdiği belirtilmesine rağmen mahkum edildi. Bu süreçte Dink sürekli olarak ‘Türklüğü aşağıladığı için yargılanan Ermeni gazeteci’ olarak kamuoyuna sunuldu. Dink’in, düşüncelerini açıkladığı için mahkûm olması da, egemen medyanın sınırlı bir kesiminde ve Avrupa Birliği ile ilişkiler bağlamında eleştirildi. Oysa o, her davada, daha sonra Ergenekon davasının sanıkları arasında yer alacak ırkçıların saldırısına uğruyordu. Irkçı basında Dink’e yönelik dilin sivri olmasını sağlayan nedenlerden biri, kuşkusuz, egemen basındaki “dolaylı” dilden güç almasıydı. Bu yüzden ‘ötekileştirme’, bu süreçte yaşananların bütününü anlatmaktan uzak bir kavramı ifade ediyordu. Denebilir ki, faillerin suikastla verdiği mesajın alt yapısı medyada oluşturulmuştu.
Dink cinayeti tam da ırkçı tehditler, nefret gösterileri ve hedef göstermelerin ardından göz göre göre gelmişti. Kendisinin de öldürülmeden önce yakınlarına dediği gibi çocuk yaşta bir serseri tetiği çekmişti. Ama perde arkasındakilerin kimler olduğu, hangi “derin” güçlerin bu cinayetin önünü açtığı kısa sürede ortaya çıktı. Cinayetten polisin de jandarmanın da MİT’in de haberi vardı ve hiçbiri tek bir önlem almamıştı. Siyasal olarak da idari rekabet açısından da “hasım” pozisyonda duran bu teşkilatların hiçbiri, diğerini zorda bırakmak pahasına bile olsa, cinayeti önleyecek adımı atmamıştı. Ne var ki, cinayetten sonra bu tutum yerini rekabete bıraktı ve gazetecilerin titiz araştırmaları ile de birleşince cinayete dair hatırı sayılır bilginin ortaya çıkmasına sağladı. Bugün artık Dink cinayetinde hangi gücün ne pozisyonda olduğu, cinayetin nasıl işlendiği büyük ölçüde ortaya çıkmış durumda. Bilinmeyen şey; tetikçilerin eline silahı tutuşturanların somut olarak bulunması. Bunun olması için de şimdiye kadar yapılmayan ve Dink ailesinin ısrarla talep ettiği şeyin yapılması gerekiyor: Cinayeti önceden bildiği halde önlem almayan kamu görevlilerinin, tetikçilerle birlikte yargılanması. Ancak yargı ve siyasi irade, bunu sağlayacak adımları, AİHM kararının bağlayıcılığına rağmen, bir türlü atmadı.
Hrant’tan sonra hayatımızı Hrant’ça kurabilmek için, adaletin sağlandığına şahitlik etmemiz gerekiyor. Rakel Dink’in dediği gibi “Kanın sesi ancak adaletle susacak.”
--------------------------------------------------------------
Rusya'nın Sesi internet sitesinde yayımlanan yazı...
http://www.rsfmradio.com/2013_01_19/Hrant-Dink-cinayeti-kanin-sesi/
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder