29 Mart 2011 Salı

ANKARA'DA BİR SOYKIRIM MÜZESİ*

Kemal Göktaş
Hani 'seversin, kavuşamazsın adı aşk olur' derler ya, her yer aşk Erivan'da, her yer Ararat.
Konyak markasından bankalara, dükkanlardan eğlence mekanlarına kadar "Ararat." Hatta bayrakta bile, aynı sevdanın simgesi...
Ararat ayrılığın, sürgünün, gurbetin,  kökünden koparılmışlığın, yokluğa mahkum edilmiş bir halkın hafızası ve direnci… Boğos’un türküsünde, memleketten haber vermeyen turnaya küsen gurbetteki Ermeni işçisinin ah’ı… umutsuz bir aşkın sancısı… Tıpkı sınırın açılmasına ilişkin umutlarını anlatan üniversite öğrencisinin dediği gibi: "Sınır açılsın. Yarımızdan fazlası böyle düşünüyor. Karşılıklı oturup, konuşmalıyız. Ama içimde ne acı var biliyor musunuz, Ararat hiç bizim olmayacak..."

KİLİSE VE KİREÇ KUYULARI

Büyüdüğüm topraklarda Ermenilerin nasıl Beydağı eteklerindeki kireç kuyularına doldurulup üzerlerinin kapatıldığı anlatılırdı. Ben bilmem, anlatanların yalancısıyım. Ermeniler varmış bir zamanlar buralarda ve yoklar artık… Okulumuzun kurulduğu tepenin tam karşısında bir köy vardı, Venk köyü derlerdi, her nasılsı adı değiştirilmemiş... Bu köyde bir de kilise vardı, adıyla uyumlu (Venk, Ermenice Kilise demekmiş) .
Okulu kırdığımızda yarım saatlik bir tırmanışla gittiğimiz o köy ve o kilise çocuk dünyamızın en önemli macerasıydı. Yüksek duvarları ve tavanında solmuş, kirlenmiş İsa figürleri.
Ağıl haline getirilmişti Venk, içerisi pek bir fena kokardı. Ama görkemliydi hala ve oraya girdiğimizde sanki büyülü sesler duyardık… Peki ne arıyordu burada? Kim yapmıştı? Keçilerini kiliseye sokan köylüye sorduğumuzda fısıltı gibi “Ermenilerinmiş” dediğini anımsıyorum. O zamanlar, Ermeni sözcüğü -tıpkı Kürt gibi- telaffuz edilirken çekingenlik, korku halesi yaratırdı. Şimdi düşünüyorum da sessizliğin nedeni belki de bu korku değildi Ermeni’den söz edenlerin, özellikle yaşlıların...  kireç kuyularına doldurulanlar ve bir zamanlar bu kiliseyi yapanlar onlardı…Ermeniler…
Tıpkı Ermenistan Apostolik Kilisesi Episkoposu Sebuh Çulciyan'ın anısındaki gibi, biliyorduk, bu kilise onların bir zamanlar burada olduklarının ve daha da önemlisi artık olmadıklarının ispatıydı: “İki sene önce Artvin'de bir otele gittik. Otel sahibi Ermeni'yiz diye bizi almak istemedi, çok para verince mecburen kabul etti. Orada bir kahveye gittim. Kahvehane sahibi bana 'Siz ne katil milletsiniz. Neler yapmışsınız. Gebe kadınların karnını deşmişsiniz' deyip küfür etmeye başladı. Saldıracak diye endişelenmeye başladım. 'Ben tarihçi değilim, bilmiyorum ne olduysa' dedim. Ben çıkarken kahveci karşıdaki taş evleri göstererek ‘Bak bu evler Ermenilerden kalmış’ dedi. Dayanamadım şöyle dedim: 'Toprak sahibi kesen mi, yoksa kesilen mi olur?'”
Aslında herkes biliyor gerçeği. Bir zamanlar o kiliseyi yapanlar, o güzel resimleri çizenler, o duvarları taşlardan yükseltenler Ermeniler’di ve onlar artık yok. Kireç kuyusundalar ya da çok uzaktalar. Soykırım sözcüğünün neden bunca yıl büyük bir korkuyla karşılaştığını anlayabiliyorum artık. Bu sözcük kireç kuyularına atılanların çığlığını anımsatıyor ve bu çığlıkların kulaklarımızda çınlanması istenmiyor. Yaşanılanların artık orada kalmasını istiyorlar. Bu korkunç suçu planlayanların, telgraf tellerini acımasız bir katliamın emirleriyle titretenlerin ve onu ancak insana has bir kötücüllükle uygulayanların suç ortağı oluyoruz; yaşanılanları inkar ederek. Korkuyoruz, çığlıkların kulağımıza yeniden yerleşmesinden ve o çığlıkların atalarımızın büyük günahını bize miras bırakmasından. Lanetlenmekten korkuyoruz. Ve aslında sevgili Arat Dink’in dediği gibi onların yokluğunun, varlığımıza armağan olmasını istiyoruz.
İşte o kiliseyi yapanların, o kireç kuyusuna doldurulanların torunlarının ülkesindeyiz. Ermenistan’da. Her şey ne kadar da tanıdık. Her şey ne kadar da bizden… Utancımızı artıran bir şey de bu... İnsani mi? Bize benzemeselerdi, daha mı az utanacaktık? Yoksa en çok “kardeşine” üzülmek gibi, insanlığın hala yaşadığımız ilkel dönemine ait olan bir duyguyu mu hissettik? Ama işte, apansız konuştuğumuz dili bilen birilerinin çıkıvermesi her yerden, içli köftenin lezzeti, Sarı Gelin türküsü, herkesin Malatyalı, Ardahanlı, Maraşlı olması, sanki biraz daha utandırdı bizi.
İnsanlar acılarını katlanılabilir anılara dönüştürürler… Ermenistan’da da soykırım, acıların katlanılabilir anılarda yaşatıldığı bir forma dönüşmüş gibi. Her yerde, her şeyde, herkeste soykırıma uğramış bir halkın, acısını yaşamına harç yaptığını gördük. En çok da türkülerde… Nar şarabı içerek dinlediğimiz her türkünün hikâyesinde o büyük acının ağıdı vardı. Konuştuğumuz, dost olduğumuz herkesin bir anısı vardı o yıllara dair ve de sözlerinde çınlayan gizli bir ağıdı. O yüzden Ergün, gülümseyen dost gözleriyle, hissederek, üzülerek; “bu kadar acıyla, iyi ki verem olmuyorsunuz burada” deyivermişti… Verem olmuyorlardı, çünkü acılar hayat karşısında yenikti ve gelecek umutla bekleniyordu…
Kimsenin, o büyük acıları yaşayanların torunlarından kimsenin, o büyük acıyı yaşattıklarını söylediklerinin torunlarına, bize, öfkeyle baktığını görmedik. (Bir gece karanlıkta Türkiye’den geldiğimizi öğrenen sarhoş birkaç gencin kızgın sözlerini duyduk ama bereket versin ki, karanlık, gözlerini saklamıştı bizden.)
Doç. Ruben Melkonyan’ın, Türkoloji Enstitüsü’ndeki tamamı genç kadınlardan oluşan yüksek lisans sınıfında, daha gezimizin ilk gününde duyduğumuz ajitatif sözleri bile öfkeli bir bakışa eşlik etmiyordu.
Açıkçası, Melkonyan, Ermeni Devlet Üniversitesi, Doğu Bilimleri Fakültesi Türk Dili Edebiyatı bölümünde bizi sıcakkanlılıkla karşıladığında, daha “naif” bir sohbet bekliyorduk.
Öğrencilerden Anna Nalbantyan, soykırım tartışmaları konusunda “Ermenistan’ın resmi görüşü benim de görüşümdür” diyordu ve bu sırada sınıftaki diğer öğrenciler de başlarıyla onaylıyordu bu sözleri. Nalbantyan’a göre gençlerin devletin resmi görüşlerini benimsemesi bir sorun değildi. Doç. Melkonyan öğrencilerinin resmi tezleri benimsemesini “Sizin resmi teziniz yalandan bizimki ise gerçekten ibaret. O yüzden öğrencilerimiz resmi tezi sorgulamıyor” diye açıklıyor ve şöyle devam ediyordu: “Biz diyoruz ki, 5 bin yıldır orada Ermeniler vardı, şimdi yok. O Ermeniler nerede? Niçin Türkiye’deki cemaatimiz zavallı durumda. Ben Muşluyum. Niçin şimdi Muş’ta değilim?” Tez konusu ‘Türk milliyetçiliği’ olan bir öğrenci “Ben mesela Batı Ermenistan’a gelmek istiyorum. Oralar bizim topraklarımız” diye araya giriyordu bu sırada. Melkonyan’a göre Türk milliyetçiliği Ermeni milliyetçiliğinden farklıydı: “Sizinki çok çok üst düzeyde. Ama bizde öyle değil.” Haklıydı belki de… Ama, 'tüm kötülüklerin anası' olarak bildiğimiz milliyetçiliğin böyle savunulması da huzursuzluk vermişti. Biz girdiğimizde sınıfta olmayan ve muhtemel ki “Türklerin” geldiğini duyarak sınıfa “konuk” olarak giren bir erkek öğrenciyi işaret ederek verdiği örnek de ilginçti: “Mesela o çocuk Taşnak Partisi öğrencisi ama gayet rahat oturuyor. Sizi kesmiyor, bir şey yapmıyor.”
MİLLİYETÇİLİK: KAYIP VATAN, MEZARSIZ ÖLÜLER

Öğrencilerden biri “Türk deyince aklımıza ilk soykırım geliyor. Oradaki topraklarımız geliyor” diyordu. “Ben Vanlıyım, babam da Vanlı. Şu anda Van’da bizim evde yaşayan bir Türk ya da bir Kürt’le asla yaşayamam. Onlardan biri eşim ya da sevgilim olamaz...”  diyordu genç kadın. “Türkiye soykırımı tanısa da toprak sorunumuz var. Topraklarımızı silahla alacağız demiyoruz. Sınırların değişmesi, bugün değil ama yarın öbür gün mutlaka olacak” diyordu bir başkası…
Melkonyan, “Bütün Kürtler bütün Türkler kötüdür diyemeyiz. Hrant Dink’in dediği gibi, soykırım travması kuşaktan kuşağa geçiyor ve bu travmadan kurtulmadan Ermeniler rahat yüzü görmeyecek ve ruhu serbest gezemeyecek. Bu çocuklarda gördüğünüz travmanın devamıdır. Bu bütün Ermenilerde var” diyordu öğrencilerinin sözlerini açıklarken. Peki ama bu travmadan kurtulmak için bir çabaları var mıydı? “Bunun tek yolu konuşmak, Biz de Ermeni olarak konuşmaya, Türklerle konuşmaya hazırız. Ama bunu tartışmaya değil. Konuşmak için soykırımın kabul edilmesi gerekir. Bence çocuklar da buna hazır olacak. Soykırımı inkar edersen seninle konuşamam. Neyi konuşacağım. Sen diyorsun ki yok, ben diyorum ki oldu. Ben öldürmedim, öldürüldüm. Sorumluluk sizde. Peki diyelim ki soykırımı konuşmadık. Türk - Ermeni ilişkilerinde Varlık Vergisi, 20 kura askerliği, 6-7 Eylül olayları, ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyası gibi olaylar da var. Oturup onlar üzerine konuşalım. Ermeni cemaati Cumhuriyet’in ilk yıllarında 200-300 bin idi şimdi50 bine düştü, bunu konuşalım...”
Melkonyan, 1915 olaylarında Kürtlerin rolüne ilişkin olarak “Türkler organize ettiler, Kürtler de yaptılar. Hem Kürtler, hem Türkler, hem Çerkezler sorumlu” dedi ve ekledi: “Kürtlere karşı düşmanlık hissetmiyorum. Ama atalarımı öldürenler benim düşmanım.” Melkonyan, toprak talebi konusundaki sorulara ise “Sizin için konuşmak kolay. Soykırıma uğramadınız, topraklarınız alınmadı. Siz bizi yanlış anlıyorsunuz çünkü siz bizim travmalı olduğumuzu kabul etmiyorsunuz. Sen İstanbullusun seni aldım başka bir yere götürdüm. Sonra bir asır sonra karşına gelip ‘boş ver İstanbul’u falan diyorum. İstanbullu olduğunu nereden biliyorsun’ diyorum” diye karşılık veriyordu.
Melkonyan’ın sınıfında soykırım üzerine anlatılan acılar elbette doğruydu. Ama bu duygular, milliyetçiliğin karanlık çerçevesinden aktarılınca, karşı milliyetçiliği örüyor ve bu da “paranoya”ları kaşıyordu. Sonuç ise her iki taraf için de, zulmü yeniden üretebilecek kara bir öfkeye, milliyetçiliğe teslim olmak demekti.
Oysa, soykırım acısını milliyetçiliğin tuzağına düşmeden anlatabilmek de olasıydı. Bizi sadece konukseverlikle değil gerçek bir dost gülümsemesiyle karşılayan ve her sözüyle yüreğimize girerek onu anlayabilmemizi sağlayacak bir çarpıntı yaratmak isteyen Ermenistan Apostolik Kilisesi Episkoposu Sebuh Çulciyan'ın sözlerinde olduğu gibi. “Milliyetçilik benim için kayıp vatan demek, yara demek, mezarsız ölüler demek” diyordu Çulciyan, Vanadzor’da bizi ağırladığı odasında ve ekliyordu: “Herkes de biliyor, kimse kimseye toprak vermez, alan aldı, kesen kesti. Bizim değişmemiz kolay. Bir elin parmakları kadar şehiriz, bir elin parmakları kadar insanız. İki halka da en çok zarar veren kişiler yalan söyleyen tarihçiler. Eğer iki millet yan yana oturup konuşmazsa başka devletlerin oyuncağı olur. Sınırın açılmamasında birilerinin çıkarı var. Yeni bir oyun başladı ve gene başkaları kazanacak, kaybeden Türk ve Ermeni olacak. Türkiye neden korkuyor, anlamıyorum. Ermenistan'da 3 milyon Ermeni var. Ermenistan bomba olsa Türkiye'ye zararı olmaz. Ermeniler 94 senedir soykırım var diyor, Türkler yok diyor. Yorulduk artık. Ermeniler dostluk ve kardeşlik yapmaya hazır...
Ne kadar Hıristiyan zorla Müslüman olmuş, siz gidin sizin köyleri görün. Kendilerini güvende hissetseler bakın neler anlatacaklar size yaşlılar. Benim dedemden gelen bir tarihim var. Ben o tarihten vazgeçemem. Tarihçiler otursun soykırım olmuş mu olmamış mı konuşsun. Her bir Ermeni’nin hayatı bir soykırım tarihidir. Her bir Ermeni’ye sorun bakalım, hepsinin kökeni Anadolu’ya uzanır.”
Ben insan olarak Türkiye’nin sadece soykırımı tanımasını bekliyorum. Herkesin yüreğinde bir hasret var. Evleri kiliseleri görme isteği var. Ben Türkiye Cumhurbaşkanı olsam, “kiliseler bırakın yapılsın, ya da öyle kalsın yıkılmasın” derim. “Ermeniler hemen gelir Anadolu’da yaşamak isterler” diyorlar. 3 milyon oraya gidemez, herkesin burada evi barkı var. “

SOYKIRIM ANITI
Ararat görsün diye belki, Soykırım Anıtı ve müzesi de şehrin en yüksek tepesinden seyrediyor Erivan’ı. Müze ve anıt, SSCB döneminde soykırım iddialarının dillendirilmesine pek izin verilmediği için, 1995 yılında kurulabilmiş. Soykırım Müzesi’nde, 1915’de hayatını kaybedenlerin, Anadolu’daki Ermenilerin yaşadığı bölgelerde bulunan yerleşimlerin, kilise ve okulların sayılarının olduğu tabelalar, çok sayıda fotoğraf, tarihi kitap ve belgeler bulunuyor. 1915’den önce Ermeniler’in Anadolu’da yarattıkları uygarlığın izleri bunlar. Özellikle Harput’un, Van’ın 1915’den önceki ve sonraki hallerini gösteren fotoğraflar 1915’in, sadece bir halkın değil, bir tarihin bir kültürün ve bir medeniyetin de kırımı olduğunun da delili.
Soykırım tartışmalarında, resmi ideolojinin savunduğu inkarcı yaklaşımın dışında yer alan ama esas olarak egemen paradigma içinde konuşan birçok yaklaşım var. Bunlardan biri de 1915’e “ulusal çıkar” çerçevesinden bakan ve şimdiki tartışmalara da yine aynı çerçeve içinden bakılmasını salık veren yaklaşım. Bu yaklaşım, 1915’i, Ermenilerin artık bu topraklarda olmaması sürecini başlatan olayları, ulusal çıkarlarımıza aykırı bulur. Bu yaklaşım sahiplerine göre, Ermeniler zanaatkar, zengin ve renkli bir halktı. Onların bu topraklardan sürülmesi zanaatkarlıklarının, zenginliklerinin ve renkliliklerinin de bu topraklardan sürülmesiydi. 1915 olmasaydı Türkiye maddi ve manevi açıdan daha zengin bir ülke olabilirdi. Bu yaklaşımın bu tür bir önermeyle ortaya çıkışındaki rahatsızlık veren gayri insani yön, bir an için, ama sadece bir an için ihmal edilecek olursa, bu önermenin oldukça doğru olduğunu söyleyebiliriz. Ama 1915’e bu tür bir pragmatik çerçeveden bakmak kurbanların zenginlikleri, yetenekleri ve ülkeye ‘katkıları’ bağlamında bir tasnife gitmek elbette kabul edilemez. Ancak, “Ermeniler bu topraklarda kalsaydı daha uygar, daha zengin bir ülke olurduk” mealindeki pragmatist yaklaşımların ötesinde, farklılıkların yarattığı “zenginlik” klişesinin anlam bulduğu bir burukluk yaşatıyor insana bu fotoğraflar: yavanlaşan bir hayata mahkum edilişimizin siyah - beyaz görüntüleri…
Fotoğraflar arasında 1911 ile 1914 arasında İstanbul’da yapılan Ermeni Olimpiyatları’na katılan takımlar ve madalyaları dikkat çekiyor. 1915’in daha bir yıl öncesinde yapılmış bu olimpiyatlar.
Ermenilerin “tehcirine”, katliamlara ilişkin fotoğraflar, belgeler, kitapların önünden geçip gitmek, bütün bunlara “müzelik” görüntüler olarak bakmak, ama görünsün diye konulan bütün bu “malzemenin” tek tek insanların büyük acılarına tekabül ettiğini bilmek, utanç ve merak arasında tanımı güç duygular veriyor. Bir acının ispatlanmaya çalışılması, o acının yaşanmış olması kadar zor olmalı diye düşünüyorum, katliam fotoğraflarının önünden geçerken.
Müzenin ve Soykırım Anıtı’nın yanı başında bir hatıra ormanı yer alıyor. Aralarında Papa II. Jean Paul ile eski Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın da bulunduğu devlet başkanlarının diktiği ağaçlar var burada. Yaşadıklarının dünya tarafından bilinip tanınmasını çok önemsiyor Ermeniler. O yüzden bu ağaçlara özel bir vurgu yapıyorlar.
Söylenene göre, bir yılda, üçte biri yabancı olmak üzere 350 bin kişi müzeyi ziyaret ediyor. Son bir yıl içinde Türk ziyaretçiler daha çok görünmeye başlamış. Müzenin Müdür Yardımcısı Arpine Bablumyan Türklerin, büyük ilgiyle anlatılanları dinleyip, belgeleri incelediğini ve büyük bölümünün bunları hiç bilmediğini belirterek, “Burası bizim için karanlık bir tarih” dediklerini anlatıyor. Müzedeki hatıra defterinde de ziyaretçi Türklerin yazdığı yazılar dikkatimizi çekiyor. Müze yetkilileri, deftere yazılan yazıların özel olduğunu belirterek yayınlanmasını istemediklerini söylüyorlar; bu yüzden çok ilginç bulduğumuz bu yazıları not alamıyoruz.

“GARANTİSİ YOK”

Müzede bulunduğumuz sürece dikkatimizi gruplar halinde müzeye gelen ilkokul öğrencileri çekiyor. İçerdeki ürpertici görüntüleri çocukların görecek olması tedirgin edici.. Müdür Yardımcısı Bablumyan, öğrencileri tarihin karamsar yanıyla sıkmak yerine onlara iyimser tarafıyla rehberlik yaptıklarını söylüyor ve oldukça iddialı biçimde müzenin iç karartıcı yapısına rağmen çocukların geleceğe iyimser bakmasını sağlamaya çalıştıklarını savunuyor. Ama ekliyor; bir daha soykırımın hiçbir halkın başına gelmeyeceğinin garantisi olmadığı için unutturulmaması da gerekiyor.

SOYKIRIM MÜZESİNDE GÜLMEK
Müze Müdürü Hayk Demoyan ise ailesinin Kars’tan geldiğini, ancak kendisinin bugüne kadar Kars’a hiç gidemediğini söylüyor. Onun da atalarının geldiği yeri görebilmek için umudu sanır kapısının açılmasında. Müzeye ilişkin bilgileri verirken geçen yıldan beri iki günde bir mutlaka bir Türk ziyaretçinin müzeyi gezdiğini belirterek şunları anlatıyor:
“Bu çok hassas bir konu ve biz de anlayışlıyız. Buradaki her şey onlar için çok yeni ve biz de müdahale etmek istemiyoruz. Eğer açıklama isterlerse elbette yardımcı oluyoruz. Hatta müze çalışanlarından bağıran ya da gülen kişilere müdahale etmemelerini istiyorum. Çünkü bu durum psikolojik açıdan bilinmeyen olgular ve anlatılmayan hikayelerle karşılaşınca ortaya çıkan psikolojik bir reaksiyondan kaynaklanabilir. Bu sebeple bu durumu anlayışla karşılıyoruz. Yoksa burası gülme, ağlama ya da tartışma yeri değil. Ziyaret defterinde çok sayıda Türk yorum yazıyor. Çoğu üzüntülerini belirtiyor. Üzgün olduklarını söylüyorlar ve bunun utanç verici olduğunu belirtiyorlar. Bir kısmı ise bu olayların neden yaşandığını açıklamaya çalışıyor. ‘Bunu biz yapmadık, büyük güçlerin oyunuydu’ gibi açıklamalar yapıyorlar. (Benzer savunmaları yazılmasına izin verilmeyen ziyaretçi defterindeki Türkçe yazılarda da görmüştük.) Ayrıca psikolojik reaksiyonların hikayelerini de anlatanlar var. Rehberlerimize soru soranlar olmuyor değil. Özellikle müzenin girişindeki resimlerde el ve yüzünde dövme olan kadınları büyük annesine benzetenlerden gelen sorular oluyor ama bunlar çok az. Bazen biz onlara herhangi bir ilgilerinin olup olmadığını soruyoruz. Hemen ‘Hayır’ diyorlar.

ANKARA’DA DA BİR SOYKIRIM MÜZESİ
Sınırların açılmasıyla daha fazla ziyaretçi gelmesi normal bir sonuç olacak. Burası Ermeni ve Türk tarihinin sergilendiği bir müze. Sadece Ermenilere ilişkin belgeler yok. Bunun için burası tartışma zemini olabilir. Burası genç kuşağın gelip tarihle yüzleşebilecekleri bir yer. Bunun için gelecekte ortaklık yapabileceğimizi düşünüyorum. Müze bu alandaki tek yer. İsterdim ki Ankara’da da benzer bir müze olsun ve tarih gün yüzüne çıksın.”
Ankara’da bir soykırım müzesi… 1915’de olan biteni, Ermenilere yapılan zulmü kabul etmek, artık o Ermeni’ye hakaret etmemek, aşağılamamak, düşman görmemek demek. Bunu kabul etseydik ve özür dileyebilseydik, her şey bir yana, Hrant Dink bu kadar pervasızca hedef haline getirilip güpegündüz, sokak ortasında alçakça öldürülebilir miydi?

--------------

Bu yazı, Hrant Dink Vakfı'nın organizasyonuyla Mayıs 2009'da 10 Türkiyeli gazeteci ile birlikte katıldığım Ermenistan gezisinden sonra, başarısız bir kitap projesi için yazıldı. Yayımlamak bugüne kısmetmiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder