Birikim dergisinin internet sitesinde yayınlanan yazı:
Kemal GÖKTAŞ
Kürt sorununa demokratik
barışçıl çözüm umutlarının arttığı günlerden geçerken genelde solun ve özelde
sosyal demokrasisinin bu sorun karşısındaki tutumu tartışma gündemlerinin ilk
sırasında yer alıyor. Gelinen aşamada SHP’nin 1990’daki Kürt raporunu
değerlendirmek CHP’nin tutumunu anlamak ve taşıdığı potansiyelleri tahlil etmek
bakımından önemli olacaktır.
Sosyal Demokrat Halkçı
Parti’nin “Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri” başlıklı
raporu 15 Mayıs 1990’da Parti Meclisi’nde oybirliği ile kabul edildi. Raporu
hazırlayan komisyonun başında dönemin SHP Genel Sekreteri Deniz Baykal vardı.
Raporun başlığı, sorunun adını “Doğu ve Güneydoğu Anadolu sorunu” olarak
koyuyordu. Ancak rapor içeriğinde soruna birçok yerde “Kürt sorunu” da
deniliyordu. Rapor, Kürt kimliğinin kabulü anlamına gelen tespitleri ve
önerileri nedeniyle kamuoyunda “Kürt Raporu” olarak anılacaktı.
Rapor, PKK’nın silahlı
mücadelesinin etkisinin giderek arttığı bir dönemde hazırlanmış olması
nedeniyle önemliydi. PKK’nın 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli baskınları ile
başlayan silahlı mücadelesi etkisini giderek arttırmış ve bu silahlı
mücadelenin etkileri, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’suna ilişkin resmi
ideolojinin argümanlarını zorlamaya başlamıştı. PKK’nın giderek kitle tabanını
artıran eylemleri, dönemin iktidar partisi ANAP tarafından önce bir eşkıya
hareketi olarak adlandırılmıştı. Dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli, “Miktarı az olmakla beraber, mevzii bazı
olaylar meydana gelmekteyse de, henüz, bir tehdit potansiyeli taşımamaktadır”[1] diyordu. Ancak 1987’de giderek
tırmanan ve 1988 yılı başında artık gücünü göstermeye başlayan PKK eylemleri[2], bu söylemin
değiştirilmesini zorunlu kıldı. Bu tarihten sonra üç – beş eşkıya ifadesi
tedavülden giderek kalkıyor ve yerini “bölücü terör olayları” söylemine
bırakıyordu. Bu dönemde ANAP iktidarı, bu olayları “dış destekli” ve “ideolojik
terör hareketi” olarak görüyor ve 12 Eylül öncesinin anarşik ortamına dönüş çabaları olarak değerlendiriyordu. İktidarın
bu dönem Kürt illerine yönelik politikası da güvenlik temelli şekilleniyordu.
Hükümet, Olağanüstü Hal Kanununun çıkarılması, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği
sisteminin kurulması, köy koruculuğu uygulaması, Jandarma Asayiş Bölge
Komutanlığının kurulması, özel harekât timlerinin oluşturulması, geçici köy
koruculuğu sistemine geçilmesi ve
askeri harcamalara daha çok mali kaynak aktarılması yoluyla gelişen silahlı
eylemlerle mücadele etmeye çalışıyordu.[3]
Bu dönemde sansür ve
sürgün kararnameleri, işkence, toplu gözaltı ve köy boşaltmalarla Kürt
illerinde yoğun bir baskı uygulanması SHP’nin eleştirilerinin temelini
oluşturuyordu.
12 Eylül darbe
yönetiminin devamı niteliğinde görülen ANAP hükümetinin anti-demokratik
uygulamalarını muhalefetinin odağını yerleştiren SHP’nin, bölgedeki olaylara
ilişkin yaklaşımı da bu çerçevede belirleniyordu. SHP’nin bu yaklaşımı, Kürt
illerinde özellikle kentli aydın çevrelerde kabul görüyor ve buralarda önemli
sayılabilecek bir güç oluşturuyordu. Ancak SHP’nin CHP’den devraldığı Kemalist
kökleriyle ve 12 Eylül sonrası sol muhalefetin argümanları arasında yaşadığı
gerilimin en önemli alanlarından biri de Kürt sorunu idi. Soruna “kalkınma ve
demokratikleşme” ekseninle
çözümler öneren SHP’nin, 14–15 Ekim 1989 tarihinde Paris’te yapılan Kürt
Konferansına katıldıkları gerekçesiyle 7 Kürt milletvekilini, (Ahmet Türk,
Mehmet Ali Eren, Mahmut Alınak, İsmail Hakkı Önal, Kenan Sönmez, Salih Sümer ve
İbrahim Aksoy) partiden ihraç etmesi bölgedeki gücünü de sarsıyordu. Bu
milletvekillerinin ihracı ile başlayan süreç, o zamana kadar ağırlıklı olarak kendilerini
sol partilerde ifade eden Kürt siyaseti/siyasetçilerinin, yükselen Kürt ulusal
mücadelesinin de etkisiyle, yoluna kendi partilerinde devam etmesini de zorunlu
kıldı. Fehmi Işıklar başkanlığında kurulan Halkın Emek Partisi de bu sürecin
ilk partisi olmuştu. SHP, Kürt siyasetçilerin bu ayrılığı ile önemli bir güç
olduğu bölgedeki desteğini büyük ölçüde kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
kaldı. SHP’nin Kürt sorununa ilişkin bir rapor hazırlamasında, bölgede
kaybetmeye başladığı gücünü toparlamaya yönelik bir hamle olarak da algılandı.
SHP’nin Kürt Raporu, daha sonra birçok siyasi parti, meslek örgütü ve araştırma
kuruluşlarının hazırlayacağı raporların da öncüsü konumundaydı.
Hazırlandığı dönemde
büyük bir tartışma yaratan raporun üzerinde durulması gereken en önemli yönü
“Kürt”lerin ayrı bir etnisite olarak varlığının tanınmasıdır. Raporda bu tanıma
şöyle ifade ediliyordu: “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı bölümlerinde
yaşayan yurttaşların ağırlıklı bir bölümü etnik açıdan Kürt kökenlidir.”[4]
SHP’nin raporunda
Kürtlerin etnik olarak varlığının kabulü çoğulcu bir anlayış temelinde
açıklanıyordu. Rapora göre, “Türkiye etnik köken açısından çoğulcu bir yapıya
sahiptir. Birbirinden farklı etnik grupların, mezhep anlayışlarının, dil
farklılıklarının varlığı inkâr edilmeyecek bir sosyolojik gerçektir.” [5]
Rapor, bu çoğulcu
yapının inkârının sorunun çözmeyeceğini belirtirken “tek bir ırkı ön plana
çıkaran, çareyi ırksal anlayışta bulan, herhangi bir etnik karakterden ve
mezhep anlayışından mucize bekleyen tahlil ideoloji ve politikaların çağdaş
olmadığını”[6] da vurgulama ihtiyacı duyuyordu.
SHP’nin, birçok konuda olduğu gibi burada da çağdaşlığa yaptığı bu vurgu, Batı
Avrupa tipi bir sosyal demokrasiye olan inancını gösteriyordu. [7]
SHP, çoğulcu yapının
ulusal bütünlüğün önünde engel olarak görülmesini de eleştirirken bunun,
“Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki tarihi gerçeklere, Cumhuriyeti kuran siyasal
kadroların sosyolojik tespitlerine ve değerlendirmelerine de aykırı”[8] olduğunu savunuyordu.
SHP’nin raporunda,
Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki ve sonraki politikalarla uyuşmamasına rağmen,
çoğulculuğun köklerini Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine dayandırma çabası
görülüyordu. Rapora göre “Cumhuriyet özünde bir siyasal bilinç Cumhuriyeti
olarak kurulmuştur.” [9]
Rapor, Cumhuriyeti
kuranların laikliğin yanı sıra “etnik çoğulculuğu” da temel ilke olarak
benimsediklerini belirtiyor ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir din, mezhep, ırk ve
kafatası Cumhuriyeti olmadığını” ileri sürüyordu. Rapor, resmi ideolojiyle
örtüşmeyen bu tespitlerini, Cumhuriyet’in kuruluş dönemine yaptığı atıflarla
bertaraf etmeyi hedefliyordu. “Toplumdaki farklılıkların herhangi birisi
üzerine devlet politikası oturtulamaz, yüzyıllardır insanlarımız bu ilkel
yaklaşımları reddetmişler ve barış içinde bir arada yaşamışlardır” [10] diyerek geniş bir tarihsel çerçeve ile
farklılıkların bir arada oluşunu ele alan rapor, bu ifadenin hemen ardından
“Cumhuriyetimizin kurucuları da çağdaş Cumhuriyeti bu farklılıklar üzerine inşa
etmişlerdir”[11] deme ihtiyacı duyuyordu. Cumhuriyet’in, “Anadolu’da yaşayan ve
değişik etnik kökenden gelen herkesin ortak katkısı ve eşit ağırlığı ile”
kurulmuştu ve “Bu zengin mozaik’in unsurlarından birini ya da birkaçını yok
sayan anlayış ve politikalar gerçeklere uymaz ve kabul edilemez”di.[12]
Rapora göre toplumsal
barışı sağlamak için Cumhuriyet’in iki önemli kavramı vardı. Bunlardan ilki
laiklik, ikincisi ise yurttaşlıktır. “Yurttaşlığı hiç kimsenin etnik
kökenine, diline, kültürüne bakmadan, onları birey olarak ayırmadan bir arada
görmenin siyasal yorum – toplumsal yorumu olarak değerlendirmiş” olan
Cumhuriyetin kurucuları, bu nedenle “Etnik ve mezhepsel farklılıkları ayrışma
nedeni olarak değil, kaynaşma öğesi olarak değerlendirmişti”. [13]
Raporda yapılan
değerlendirmelerde, etnisist temellere dayalı Cumhuriyet’in, dünyadaki
gelişmeler ve bölgede yaşanan sorun nedeniyle, dönüştürülmesi de örtük
ifadelerle savunuluyordu. Raporu hazırlayanların en önemli referansları da
dünyadaki demokratikleşme yönelimiydi: “Dünya hızlı değişmekte, halk eşitliği ilkesine dayalı yeni
bütünleşmeler çağımızda
toplumları yeni hedefleri olarak ortaya çıkarmaktadır. Bu noktada önemle
vurgulanması gereken başka bir husus da, değişik etki yapıların kimliğinin, kültürünün
tespitiyle birlikte, o kimliği değişim rüzgârlarının, yeni sentezlerinin
sıçramalarının ve bütünleşmelerinin dışında tutma çabalarının, o yapıyı sonsuza
taşıyan her oluşumu onun etrafında görme anlayışlarının çağa uygun olmadığının
kabul edilmesidir.”[14]
Kürt kimliğinin
tanınmasından bir adım ileri giden “halk eşitliği ilkesi”, sorununun o güne
kadarki algılanışında da çok önemli bir kopmaya işaret ediyordu. Bu ilkenin
ortaya konulması raporu hazırlayanları, etnik kimliklerinin özgürce ifade
edildiği, ileri bir toplumsal formasyon kurgusunu savunmalarının da zeminini
hazırlıyordu: “Değişik etnik kimliklerin varlığı, değişik kültür ve diller
üzerindeki yasağın kaldırılması yanında, çağdaş bir toplum olarak, ortak insani
değerle sistemine ulaşılması, değişik alt kültürlerden süreç içerisinde daha
yukarı düzeyde ortak bir kültür, siyasal ve sosyal bilincin geliştirilmesi
esastır. Bu yapılırken farklılıklarımızı teke indirgeme hedeflenmeyecektir”.[15]
Kürt sorununun
başlangıcını, yerleşik muhalif görüşlerin aksine Cumhuriyet’in kuruluşunda
aramayan SHP’nin Kürt sorunundaki asli faili, 12 Eylül yönetimidir. Rapora göre
“Özellikle 1980 askeri rejiminden sonra Cumhuriyetin temel tespitlerine ve
ilkelerine ters düşen politikalar ve uygulamalar sorunların ağırlaşmasına yol
açmıştı(r).” Raporda, Türkiye’nin
kültür zenginliğini, toplumdaki çeşitliliği farklı ana dillerin varlığını ülke
bütünlüğünün önünde bir siyasal engel olarak görmenin yanlış olduğu
belirtiliyor ve “Yanlış olmanın yanında Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki tarihi
gerçeklere, Cumhuriyeti kuran siyasal kadroların sosyolojik tespitlerine ve
değerlendirmelerine de aykırı”[16] olduğu ileri sürülüyordu.
Sorunu bu şekilde
Cumhuriyet’in uygulamalarından koparak 12 Eylül dönemi ve sonrasındaki
anti-demokratik uygulamalarına indirgeyen rapor, sorunun bölgedeki
görünümlerini de “İnsan hakları ihlâlleri, terör ve şiddet olayları, ekonomik
gerilik, yoksulluk, yoğun işsizlik, güvensizlik ve kimlik bunalımı”[17] olarak koyuyordu.
SHP’nin raporundaki bu
tespit, altı yıl önce başlamış olan silahlı mücadelenin yarattığı etkileri
göstermesi bakımından da önemlidir. Raporda bu durum “Yöredeki koşullar ve
yaşanan olaylar, sorunun bir silahlı çatışma ve ona karşı alınan önlemler
boyutunu aştığını, bunalımın toplumun derinliğine doğru indiğini
göstermektedir. Olağanüstü yaşam koşulları ve yıllardır süren uygulamalar,
bölgede yaşayan insanlar için bir kimlik bunalımı doğurmuştur. Bunalım devletin
yurttaşına bakışı ile ilgilidir. Yanlış yönetim anlayışının yarattığı tepki
sonucu olarak yurttaşlar bir yabancılaşma içine sürüklenmektedir. Yörede ciddi
bir güven bunalımı yaşanmaktadır”[18]cümleleriyle ifade
edilmiştir.
Raporda bu kimlik
bunalımı, yine 12 Eylül dönemindeki sıkıyönetim koşulları ve sonrasında
uygulanan olağanüstü hal uygulamaları ile bağlantılandırıyordu. Raporda, Kürt
sorunun en önemli nedenlerinden biri olarak 12 Eylül döneminde yürürlüğe
konulan 2982 sayılı Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun
(1983) gösterilmektedir. SHP bu yasayla getirilen ana dilini konuşma, yazma ve
iletişim yasağını “totaliter yönetimlerde bile örneğine az rastlanan, tek parti
döneminin ayaklanma koşullarında bile uygulanmamış, faşizm rüzgârlarının estiği
1930’larda bile düşünülmemiş ilkel politikaların bir ürünü” olarak görüyordu.
Rapora göre “insanlığa karşı suç” olan ana dil yasağı “etnik amaca dönük bir
asimilasyon” aracı olarak düzenlenmişti. Ana dil yasağı, bu yöredeki
yurttaşların kendilerini “sistemden dışlanmış görmesine, yabancılaşma sürecini
hızlandırarak kimliğini aramaya dönük derin bir bunalıma” [19]sürüklemekteydi.
12 Eylül döneminin
getirdiği baskıcı uygulamaların bölgedeki etkisine vurgu yapılan raporda
Olağanüstü Hal Yasası’yla herhangi bir yargı kararı alınmadan, valilerce
kullanılan haberleşme araçlarına el koyma, sokağa çıkma yasağı ilan etme,
kişilerin dolaşma ve toplanmalarını yasaklama, üst ve araçlarını arama, gazete,
dergi kitap vb.lerine el koyma, söz, yazı, resim, plak ses ve görüntü
bantlarını yasaklama, bazı kişilerin bölgeye girişini yasaklama yetkilerinin
gündelik yaşamı güçleştirdiği belirtiliyordu. Raporda ayrıca, kamu makamlarına
bölgeye sakıncalı bulunan yayınları sokmama (sansür), sakıncalı bulunan
kişileri bölge dışına çıkarma (sürgün) ve yargı yetkisine müdahale
niteliğindeki kararnamelerin Meclis devre dışı bırakılarak uygulanması
eleştiriliyordu.
Keyfi ve uzun
gözaltılar, işkence, köy koruculuğu, köylerin boşaltılması gibi uygulamaların
“devlet terörüne”[20] dönüştüğü ve bölge insanını devletten
uzaklaştırdığı belirtiliyordu.
Koruculuk sisteminin
eleştirildiği raporda, bu uygulamanın bölgedeki aşiret yapılarını devlet eliyle
ayakta kalmasını sağladığı savunuluyordu. Köy korucularının, yöredeki insanları
devletten yana olan-olmayan şeklinde bir ayrıma tabi tuttuğunu ve kuşku ve
güvensizliklerin artmasına neden olduğu belirtiliyordu. [21]
Raporda, Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki “ekonomik ve toplumsal sorunlara” da geniş bir
yer ayrılmıştı. Kapsamlı istatistiklerin verildiği raporda bölgeler arası
gelişmişlik farkına dikkat çekiliyordu. Gayri
Safi Yurt içi Hasıla bakımından bölgenin diğer bölgelerle farkı vurgulanan
raporda, “1979 yılında Marmara ve Ege Bölgesi’ndeki kişi başına gelir Doğu ve
Güneydoğudaki kişi başına gelirin 2.9 katı iken, 1986 yılında bu, 3.4 katına
çıkmıştır[22]” deniliyordu. Toprak
dağılımındaki adaletsizliğin bölgede feodal ilişkilerin ne derece güçlü
olduğuna gösterdiğine değinilen raporda, sağlık hizmetleri, eğitim, yatırımlar,
işsizlik, elektrik tüketimi gibi pek çok gelişmişlik göstergesi açısından
bölgenin Türkiye geneline göre en altta olduğunu gösteren istatistiklere yer
veriliyordu.
SHP raporunda “üniter
devlet yapısı ve ulusal bütünlük” içinde bir çözüm demeti sunuluyordu. Rapor,
sorunun çözümü için adımlar atılmasını “lütuf, özveri” gibi gösterilmesine
karşı çıkıyor ve SHP’nin “Ana dil yasağı ile ilgili düzenlemeyi “taviz”,
“zamanlama”, “teslimiyet” mantıkları ile kaldırmayı reddeden düşünceye
kesinlikle karşı olduğunu”[23] belirtiyordu.
Demokrasinin ayak bağı
değil, sorunların çözümünde en sağlam dayanak olduğu belirtilen raporda “Yanlış
politikaların ve şiddete dayalı uygulamaların yol açtığı haksızlıklar, şöven ve
baskıcı yaklaşımların”[24]yarattığı umutsuzluğun
ülke bütünlüğü için tehlikeli olduğu ifade ediliyordu. Rapordaki “Bu
umutsuzluğa ve inançsızlığa dayalı politikaların bazı siyaset çevrelerinde
ortaya çıkması ve bunu silahlı eyleme dönüştürme girişimleri önemli bir
yanılgıdır. Bu politika ve girişimlerin yöreye, yöre halkına ve ülkeye yarar
getirmeyeceği açıktır”[25] ifadesi ise dikkat çekiciydi. Burada o
dönem egemen olan “dış destekli terör” söyleminden önemli farkı olan bir bakış
kendini göstermektedir. Silahlı eylemlerin (terörün), baskı ortamının ve yanlış
politikaların yarattığı umutsuzluğun bir sonucu olarak gösterilmesi önemli bir
farklılıktır.
Raporda, çözüm önerileri
sunulurken reformcu bir dil kullanıldığı görülüyordu. “…dar, sığ, geçmişin
olumsuz değerlerine sahip anlayışların” terk edilmesi ve “etnik ayrımcılık
amacına dönük düzenlemelere, ideolojilere karşı durarak, ortak insanlığa giden
yolun bulunması”[26]savunuluyordu.
Raporda, yurttaşlık
kavramının ön plana çıkarılması gerektiği savunulmakta ve bu kavramın
“Cumhuriyetin bireylerinin bir arada yaşamasını anlamlı kılan ona içerik ve
zenginlik katan siyasal bir kimlik kavramı” olduğu ifade edilmekteydi. Raporda
genel demokratik yapılanma içinde yurttaşların etnik kimliklerini ortaya koyma
gereğini duymayacağı, değişim ihtiyacının, herhangi birinin diğerine
benzetilmesi olarak algılanmayacağı bir ortak amaç edinilmesi gerektiği
belirtiliyor ve “Yurttaşlar olarak kendimizi aşarak, ortak kültürü gelişmeye
yönelmeliyiz”deniliyordu. [27]
Raporda, bu tespitlerle
birlikte, “yaşanılan sıkıntının kaynağının etnik köken farklılığından
kaynaklanmadığı” savunulurken buna dayanak olarak bölge dışına göç eden
vatandaşların ırkçı bir tepki görmemeleri ve göç edenlerin yaşayış biçimleri
gösteriliyordu. Rapor, yaşanan sancının en önemli nedeni olarak “bölgenin geri
kalmışlığı” ve “terör eylemleriyle mücadele edilirken uygulanan yöntemler”[28] gösteriliyordu.
SHP, sorunun çözümü için
ekonomik ve sosyal önlemler için uygulanacak olan özel bölgesel kalkınma
planlamasının yanı sıra “Demokratikleşme Politikaları Demeti” öne sürüyordu:
“Ortaya koyduğumuz yeni anlayış çerçevesinde ulusal eğitim sistemimiz, kültür
politikamız düzenlenecek, toplumda güveni, sevgiyi, hoşgörüyü, üretkenliği,
bütün ortak insani değerleri ön planda tutan anlayışı, bu alandaki temel
politikaları oluşturacaktır.”[29]
Demokratikleşme
paketinin en önemli amacı yöre halkı üzerindeki baskının ortadan
kaldırılmasıydı. Anayasa ve yasalarda değişiklikler yapılması, sorgulama,
yargılama ve ilgili diğer yöntemlerle ilgili bir reform paketinin hazırlanması,
ülke bütünlüğünden ayrı bir yönetim anlayışına gerek duyulduğu izlenimini
verdiği için Bölge Valiliği uygulamasına son verilmesi, idarenin yargıya
müdahalesi, sansür, sürgün, zorla yerleşim yerlerinin boşaltılması, işkence,
toplu sorgulama uygulamalarına son verilmesi yapılacağı vaat edilen
reformlardan bazılarıydı.
Halkın, etnik ayrıcalığa
dayalı silahlı mücadelenin içinde yer almamasının terörü önlemede en önemli
dayanak olduğu belirtilen raporda, devletin halkla barışmasını sağlayacak
tedbirlerin alınmasıyla sorunun çözüleceği savunuluyordu.
Raporda, Kürtlerin
varlıklarının inkâr edilmesine son verilmesi de “Kürt kimliğini kabul ederek
kendine Kürt kökenliyim diyen yurttaşlara, bu kişiliklerine hayatın her
alanında istedikleri gibi ve özgürce belirtme hakkına sahip olmaları olanağı
sağlanacaktır”[30] ifadesiyle talep ediliyordu.
Raporun Kürt kimliğinin
tanınması yönündeki en önemli önerisi ise ana dil yasağının kaldırılması idi.
Anadil yasağı ile ilgili her türlü yasal düzenlemenin yürürlükten kaldırılacağı
belirtilen raporda, “yurttaşların anadillerinde serbestçe konuşabilmeleri,
yazabilmeleri, öğretebilmeleri, bu dillerde değişik kültür etkinliğinde
bulunmaları güvence altına alınacağı ve yayın yapılması olanağı sağlanacağı”[31] belirtiliyordu. Bu amaçla devlet
eliyle araştırma birimleri ve enstitüler kurulacağı vaat ediliyordu. Türkçe’nin
devletin resmi dili ve eğitim dili olarak kalacağı ve “Türkçenin tüm
yurttaşlara öğretilmesi için gerekli önlemlerin alınacağı ve uygulanacağı”[32] ise ayrıca belirtilmek ihtiyacı
duyuluyordu.
Rapor, o yıllarda büyük
yasaklarla karşılaşan Newroz bayramı kutlamalarının da serbestçe kullanılması
gerektiğini savunuyordu: “Farklı kültürlere saygının bir gereği olarak,
toplumsal ilişkilerde değişik kültür karakterlerinin, folklörün ve
geleneklerin, özel günlerin kullanımına ve kutlanmasına dönük yasaklayıcı
anlayışlara son verilecektir.” [33]
Rapora göre bölgenin
kalkınmasının sağlanması (sanayileşmesi) ve feodal yapının kaldırılması
demokrasinin geliştirilmesinin önemli bir yoluydu. Raporu hazırlayanlar bu
nedenle “her türlü siyasi uygulamalarda aşiret yapılarını korumaya dönük,
feodal yapıyı güçlendirmeye dönük girişimlerden kaçınılacağı, özel bölgesel
kalkınma planları ile uyumlu ve aşamalı olarak öncelikle GAP bölgesinden
başlanarak uygulanacak toprak reformu ile toprak dağılımındaki çarpıklığın
giderileceğini” söylüyorlardı.
Önemli olanın bölgede
terör eylemlerinin olmasının değil, buna zemin hazırlayan koşullar olduğu
belirtilen raporda, güvenlik önlemlerine ise çok kısa bir bölüm ayrılıyordu. Bu
bölümde, Güvenlik Örgütlenmesinde yapılacak değişiklikler, köy koruculuğunun
kaldırılması, sınır güvenliğinin sağlanması ve dağınık yerleşim yerlerinin bir
araya getirilmesi gibi önlemlerin yanı sıra, halk desteğinin sağlanması ve ve
PKK’nın uluslararası planda destek görmemesine dönük çalışma yapılması
sıralanıyordu.
“Terör eylemlerinin”,
arkasındaki dış desteklerden kaynaklandığı, etnik, toplumsal, siyasi herhangi
bir sıkıntıdan kaynaklanmadığı yönündeki resmi anlatıya karşılık, şiddetin[34] anti-demokratik uygulamalardan
kaynaklandığına ilişkin anlayış hâkimdi: “Silahlı eylem tek başına önemli bir
tehdit değildir ve etkinliği sınırlıdır. Önemli olan silahlı eyleme karşı, “en
kısa zamanda sıfırlayacağız”, “kökünü kazıyacağız”, “bu Devlete meydan
okumadır, imha edeceğim” iddialarının halka yönelik olarak zorunlu kıldığı
olumsuz ve hatalı uygulamalardır. Bu uygulamalarla eğer bir kısım yurttaş
eylemlere sempati duymaya başlıyorsa, silahlı eylem amacına ulaşmış, devlet de
tuzağa düşmüş demektir. Oysa Devlet, “terör tuzağına” düşmemenin yollarını
bulmalıdır.”[35] Raporda bu yüzden “terör”ün dış
desteğine sadece uluslararası alanda diplomatik yollarla komşu ülkelerin örgüte
üs sağlamasının engellenmesi bağlamında değiniliyordu.
TEPKİLER
Raporun SHP Parti Meclisi’nce
kabulünden bir gün sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Kürtçe konuşmayı yasaklayan kanunun kaldırılabileceğini,
ancak resmi dilin Türkçe olduğunu, Güneydoğu'da devlete karşı bir ayaklanma
hareketi olduğunu, kararnamelerin buna yönelik olduğunu ve genel olarak basın
üzerinde bir tatbikat olmadığını söyledi. Aynı gün, Başbakan Yıldırım Akbulut
ise raporu eleştirerek, "Bu bölgede hiçbir şey yapılmıyormuş gibi bir
tablonun çizilmesi ülkeye bir şey kazandırmayacaktır" dedi. Akbulut,
ilerleyen günlerde, SHP'nin
raporunu bölgeciliğin istismarı olarak değerlendirdi ve bu topraklar üzerinde
yaşayan herkesin Türk olduğunu, Kürt olmadığını söyledi. Bu sözlerine yönelik
tepkiler üzerine ise Akbulut sözlerin yanlış yansıtıldığını iddia etti ve
Kürtçenin Türk olmaya engel olmadığını belirterek, "Ben Türk değilim
diyenlere ne yapılması gerektiğini millete bırakıyorum." dedi. [36]
Rapora Cumhurbaşkanı ve Başbakan kadar
hızlı yanıt veren bir başka kurum ise Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Başsavcılığı oldu. Ankara DGM
Başsavcılığı, rapor hakkında hemen soruşturma açtı. Bu soruşturma daha sonra takipsizlik
kararı ile sonuçlansa da soruşturmanın açılmış olması bile başlı başına
rapordaki görüşlere yönelik devlet refleksini göstermesi bakımından önemlidir.
Raporda yer alan “ana
dil yasağının kaldırılması” önerisi, raporun yayınlanmasından dokuz ay sonra
çıkarılan Terörle Mücadele Yasası ile gerçekleşti. Ancak bu yasağın kalkması,
rapordan bir buçuk yıl sonra koalisyon ortağı olarak iktidara gelen SHP
döneminde rapordaki demokratikleşme vaadine rağmen aksi yönde gelişmiş ve
DYP-SHP hükümeti dönemi Kürt sorununda devletin en “şahin” olduğu dönem
olmuştur.
RAPORUN İDEOLOJİSİ
SHP’nin
raporunun en önemli tespiti Kürt kimliğinin tanınmasıydı. Bu resmi ideolojinin
Kürtlere yönelik politikasının dışında bir söylemdi ve bu tanıma, devletin
resmi Kürt söylemine tamamen aykırıydı. Yeğen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kuruluş yıllarından itibaren Kürt sorunu ile ilgili söylemini “inkar” üzerine
kurduğunu belirtmektedir. “Kürt meselesine ilişkin cumhuriyet dönemi devlet
söyleminin izlenebildiği metinlerin düz bir okuması, devletin Kürt meselesini
tanımadığını gösterir. Değinilen metinler, neredeyse 70 yıl boyunca ve istikrarlı
bir biçimde, Kürtlerin etnik bir unsur olmaya dayalı mevcudiyetini inkâr
etmişlerdir. Diğer bir deyişle, cumhuriyet dönemi devlet söyleminin ortaya
çıkardığı metinler açısından, Anadolu topraklarında kavmi mevcudiyeti
tanınabilecek bir unsur olarak Kürt yoktur. Kürtlerin kavmi mevcudiyetini
tanımakta beis görmeyen Osmanlı devlet söylemi ile karşılaştırıldığında, Kürt
meselesine ilişkin cumhuriyet dönemi devlet söyleminin ‘kategorik inkâr
söylemi’ olarak tanınması mümkündür. ” [37]
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyıllık
tarihinde giriştiği modernleşme çabalarını, bir kopuşla gerçekleştirme
pratiğine giren Cumhuriyet kadroları, Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürtlerin
varlığını inkâr etmiyordu. Ancak Cumhuriyet’in bir milli devlet olarak
tasavvuru, Kürtlerin de Türkleştirilmesi hedefini öne çıkardı.
Türk milliyetçiliğinin “asimilasyonculuk
ve ırkçılık ikilemine değinen Bora, Kürtlere yönelik asimilasyoncu politikanın
öne çıkmasını şöyle anlatmaktadır: “Bir dizi isyan üzerine esasen bir asayiş ve
milli güvenlik sorunu olarak ele alınan Kürt meselesinde, milli kimlik
açısından benimsenen politika Kürtleri ‘Türk harsı’na soğurmaya çalışmaktır. Bu
yapılırken de, Kürtlerin ‘aslen’ Türk oldukları tezinin temeli atılmıştır.
Milli kimliğin ‘hars’ boyutu yanında soy boyutunu da içeren bir ‘asıl’
etrafında tanımlanışının belirginleştiği bir politikadır bu. Bütün kavimlerin
kendisinden neşet ettiği bir kök ve ‘asıl’ olarak Türklük tasavvurunun,
Güneş-Dil Teorisi’nde bütün insanlığı kapsayan devasa iddialarına terk ettikten
sonra mikro ölçekte Kürtlere ‘tatbik edildiğini’ söyleyebiliriz!” [38]
Kürtlerin asimilasyonu için iskan
yasaları ile zorla göç ettirme, yatılı bölge okullarını Kürt illerinde
yaygınlaştırarak Türkçe öğretilmesi, o illerde görevlendirilen memurların Kürt
olmamasına özen gösterme, Kürt kelimesini hiçbir metinde kullanmama ve
kullanılmasına da izin vermeme, Kürtlerin Türk olduğu yönündeki resmi
propaganda gibi uygulamalar devreye
sokuldu. [39]
Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu
asimilasyon politikaları ile ırkçı yönelimlerin kamu idaresinde yarattığı
çelişkiye en iyi örneklerden biri Celal Bayar’ın hazırladığı Şark Raporu’nda
verilmektedir: “Kendilerine, yabancı bir unsur oldukları resmi ağızlardan da
ifade edildiği takdirde, bizim için elde edilecek netice, bir tepkiden ibaret
olabilir. Bugün, Kürt diye, bir kısım vatandaşlar okutturulmamak ve devlet
işlerine karıştırılmamak isteniyor. Ve daha doğrusu bu kısım vatandaşlar
hakkında ne gibi bir sistem takip edileceği idare memurlarınca açık olarak
bilinmiyor. Bunu bir sisteme bağlayarak, kendilerine açık talimat verilmesini,
çok yerinde ve faydalı bir tedbir olarak görmekteyim.” [40]
Asimilasyon, Türk devletinin Kürtlere
yönelik politikasında bir hedefti. Ancak, asimilasyon politikası tek belirleyen
değildi: “Türkçe’den başka bir dil konuşan” topluluklar diye, millet-öncesi bir
‘ham oluşum’ olarak tanımlanan Kürtler; rahatlıkla Türk yapılabilecek ama bu
yapılmazsa gayri Türk hatta “düşman” bir kimlik inşasına yem olabilecek bir
tabula rasa gibi telakki edilir.” [41]
Yeğen’e göre, devlet Kürt sorununu,
geçmişe özlem olarak “irtica”, modernlik-öncesine ait toplumsallıkların direnci
olarak “aşiret direnci ya da eşkıyalık”, yabancı devletlerin tezgâhı olarak
“ecnebi kışkırtması” ve iktisadi bütünleşme sorunu olarak “bölgesel geri
kalmışlık” meselesi olarak algılıyordu. Bu algılama, dönemsel olarak
farklılıklar göstermiştir. Örneğin sorunun bir bölgesel geri kalmışlık olarak
tarifi daha çok 1960’lardan sonra olmuştu. Yeğen, muhalif görüşlere egemen olan
devlet söyleminde Kürtleri inkar etmesi ve sorunu etnik (Kürdi) içeriğinden
kopararak ifade etmesi, bir çarpıtma, ideolojik bir yönelim değil, devletin
bunu gerçekten sözü edilen biçimlerde algılamasına dayandığını savunmaktadır. [42]
SHP’nin
Kürt raporunda devlet söyleminin izleri kuşkusuz vardır. Bunların başında
sorunu büyük ölçüde “geri kalmışlık” üzerinden tarif etmesi gelmektedir.
“Bölgedeki
demokrasinin gelişmesinin bir diğer yolu feodal yapının sanayileşme ile
birlikte kaldırılmasıdır. Bu amaçla her türlü siyasi uygulamalarda aşiret
yapılarını korumaya dönük, feodal yapıyı güçlendirmeye dönük girişimlerden
kaçınılacak, özel bölgesel kalkınma planları ile uyumlu ve aşamalı olarak
öncelikle GAP bölgesinden başlanarak uygulanacak toprak reformu ile toprak
dağılımındaki çarpıklık giderilecektir.”
Ancak bu
belirleme tek başına raporun devlet söylemi paralelinde olduğu tespitine
götürmemelidir. Kürt etnik kimliğinin kabul edilmesi, sorunun demokrasinin
geliştirilmesi ile çözüleceği, ana dil yasağının kaldırılması gibi önerileri
raporun devlet söyleminden farklı yönlerine işaret etmektedir.
[1] Akt. Burak Ülman, “Doksanlarda Türkiye’nin Ulusal
Güvenlik Anlayısı: Bölücülük Tehdidi”, http://www.sbu.yildiz.edu.tr/Burakyayinlar/makale2.htm
[2] Raporda, resmi açıklamalara göre 1984 yılından raporun
kabul edildiği tarihe kadar “ayrılıkçı terör örgütlerinin eylemleri” nedeniyle
615’i güvenlik görevlileri, köy korucuları ve vatandaş; 630’u terörist olarak
belirlenen toplam 1245 kişinin hayatını kaybettiği belirtiliyordu. (Sosyal
Demokrat Halkçı Parti’nin Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm
Önerileri, Sosyal Demokrat Halkçı Parti Merkez Yürütme Kurulu, Temmuz 1990,
Ankara, s. 7)
[4] Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin Doğu ve Güneydoğu
Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri, Sosyal Demokrat Halkçı Parti Merkez
Yürütme Kurulu, Temmuz 1990, Ankara, s. 28
[7] SHP, Kürt sorunu başta olmak üzere ülkenin birçok
sorununun çözümü konusunda Avrupa’yı adres gösteriyordu: “Çağdaş Avrupa
Toplumunun bir parçası olarak sorunlarımızın demokrasi içinde aşılabileceğine
inanıyoruz.” SHP Raporu, s. 33
[34] Raporda PKK için “terör örgütü”, “ayrılıkçı terör
örgütü” tanımlamaları kullanılırken bölgedeki olaylar genel olarak “şiddet”,
“silahlı eylem” ifadeleri tercih ediliyordu.
[37] Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt
Sorunu, İletişim Yayınları, İstanbul 2006, s. 110–111
[38] Tanıl Bora, “Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik, Muhafazakârlık,
İslamcılık”, Birikim Yayınları, İstanbul 2008, s. 37
[39]
Asimilasyona
yönelik uygulamalar konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail Beşikçi,
Bilim-Resmi İdeoloji, Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu, Yurt Kitap Yayın, Ankara
1991
[40] Celal Bayar, Şark Raporu Cumhuriyet'in
Gözüyle Kürt Meselesi-1, Kaynak Yayınları, İstanbul 2006, s. 63
[41] Bora, age, s. 37
[42] Yeğen, age,
s. 216
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder